İkinci Kadın Devrimi - Feminizm, İslam ve Türkiye Demokrasisinin Olgunlaşması

2 June 2007
Radikal, Ekin Kadir Selçuk "Disi ihtilalin ikinci devri basladi mi" (8 March 2008)

"The European Stability Initiative prepared a report on Turkey entitled 'Sex and Power: Feminism, Islam and the Maturing of Turkish Democracy.' The argument is that from 2001 onwards legislative changes, initiatives to combat domestic violence and efforts to increase the schooling of girls triggered a 'female revolution.' We did not miss the opportunity to discuss this claim on 8 March Women's Day".

Necla Arat (founder of the Center for Women's Research and Education at Istanbul University): "The report frequently states that the most radical reforms were conducted under AKP's rule… The report also denigrates the Republican demonstrations… The rights and the wrongs of this partial report should be debated."

Leyla Pervizat (Feminist Researcher): "The report claims that Turkey, legislatively, is now post-patriarchal. However there are still serious problems… The Turkish Penal Code does not use the term "honour killing." Moreover, the state still allows men to be in charge of women's honour."

Aylin Aslim (singer), "I am not aware of a revolution. The government is men, the laws are men, the decision makers are men."

Nihal Bengisu Karaca (journalist): "For matters that could very well stay the same for centuries, the law needs to pioneer change. It is interesting that most of the changes that enhanced women's status occurred during the AKP period".

Mediz (Media Tracking group of Women):  "ESI's report relates the potential for change and the legal transformation of Turkey to EU member states. As Turkey is preparing for EU membership, the report emphasizes the positive developments… It might be too early to call it a 'revolution'".

 Radikal, 8 March 2008

Background information - Sex and power in Turkey

Turkish Policy Quarterly Vol 6, No. 1 (Spring 2007) "Women in Turkey: Prospects and Challenges"

"Dünyanın her köşesine dikkat edin, bir devrimin eşiğindeyiz. Emin olun bu devrim erkeklerinki gibi kanlı ve vahşi olmayacak."

Osmanlı feminist Fatma Nesibe, İstanbul, 1911

Rapor Özeti

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, kadınların statüsü konusunda büyük çapta yeniliklerin gerçekleştiği iki dönem oldu: 1920'li yıllar ile 2001 ve sonrası.

1920'li yıllar, Cumhuriyet'in kurulması aşamasında Mustafa Kemal Atatürk'ün çok eşliliği yasakladığı, İslami mahkemeleri kaldırdığı, laik kurumların temellerini attığı ilk dönem olarak tanımlanabilir. Bu dönemdeki gelişmeler Türkiye'de yaygın olarak biliniyor ve takdir ediliyor. İkinci reform dönemi ise 2001'de başlayan süreci kapsıyor. Medeni Kanun'da yapılan değişiklikler ile erkek ve kadının evlilik, boşanma ve mal sahipliğinde hakları eşitlenirken, kabul edilen Yeni Ceza Kanunu, kadın cinselliğini aile namusundan ziyade birey hakları çerçevesinde ele alıyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda yapılan değişiklik, devlete kadın-erkek eşitliğini sağlama yükümlülüğünü veriyor. Yasal değişiklikler, Aile Mahkemeleri'nin kurulması, İş Kanunu'nda değişiklik, aile içi şiddetle mücadele gibi konuları ve kız çocuklarının okula gönderilmesine dair yeni girişimleri düzenliyor. Bu sayılanlar, Türkiye'de kadının yasal konumu açısıdan 80 senedir gerçekleştirilen en önemli atılımlar niteliğinde. Bu değişiklikler sonucunda Türkiye'nin, tarihinde ilk defa yasal çerçeve itibarıyla ataerkil düzeni geçmişte bıraktığını da söylemek mümkün.

1920'lerdeki reformlar, otoriter tek parti rejimi tarafından gerçekleştirilmişti. Kadınlara seçme hakkının verildiği 1934 tarihinde ise henüz serbest seçim yoktu. Nesiller boyunca Türk kadınlarına Atatürk'ün kendilerine bağışladığı özgürlük ve eşitlik için minnettar olmaları gerektiği öğretildi. Avrupa'da kadın ile erkek arasında yasal eşitsizliğin giderilmesine ilişkin yeni yaklaşımları takip etmeyen Türkiye'de, 20. yüzyıl boyunca söz konusu yasal eşitlik sağlanamadı.

Son senelerde gerçekleşen reformlar, 1920'lerde yaşanan süreçten farklı bir şekilde zemin buldu. Bu hamleler, kadın hareketinin etkin mücadelesinin ulusal düzeyde yarattığı kapsamlı tartışmanın bir sonucu olarak gerçekleşti. AKP iktidarı, sivil toplum kuruluşları ve ana muhalefet partisi CHP ile yapıcı çalışma iradesi gösterdi. Açık ve katılımcı bir süreç sonunda Türk tarihinin en özgürlükçü Ceza Kanunu ortaya çıktı. Bu, aynı zamanda Türk demokrasisinin olgunlaşmasının önemli bir göstergesi.

Türkiye'nin laik geleneğine sırtını döndüğünü düşünen ve bundan endişe duyanlar artıyor. Bu konuda sesleri en çok duyulanlar arasında siyasal İslam'ın, Türk kadınlarının hak ve özgürlüklerini kısıtlayacağını iddia eden Kemalist kadınlar bulunuyor. Hatta kadın haklarını korumak için demokrasinin sınırlandırılması gerektiğini öne sürenler bile oluyor. Fakat bu "otoriter feminist" yaklaşımları sergileyenler, günümüz Türkiye'sinin gerçeklerini ve son yıllarda edinilen kazanımları görmezden geliyor.

Kadın-erkek eşitsizliğinin giderilmesi konusunda Türkiye'nin hala önünde yapılması gereken çok iş var. 2006 sonlarında açıklanan uluslararası bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye, cinsiyet temelli eşitsizlikler konusunda 115 ülke arasında, AB standardını en geriden takip eden AB üyesi ülkenin de çok gerisinde, 105. sırada yer aldı. Kadın-erkek arasındaki farkın giderilmesinin önünde, kırsal alanda eğitime erişimin zorluklarını aşmaktan kadınların işgücüne katılımının önündeki kurumsal ve yapısal engellerin kaldırılmasına kadar uzanan derin sorunlar yer almaktadır. Temmuz ayındaki seçimler, Türkiye'deki siyasi partilerin parlamentodaki kadın sayısını arttırma konusunda samimiyetlerinin sınanmasına da olanak tanıyacak.

Bu araştırmada bahsi geçen konular Türkiye'deki siyasi tartışmaların merkezinde olmalı. Türk kadınının "gerçek kurtuluşu," Türk demokrasisinin olgunlaşması ve güçlenmesi ile mümkün…

I. GİRİŞ

1911 yılında Fatma Nesibe adlı bir Osmanlı feminist, İstanbul'un sosyal elitinden 300 kadın dinleyicinin katılımı ile bir konuşma dizisi gerçekleştirdi. John Stuart Mill'in "Kadınların Köleleştirilmesi" kitabından alıntı yaparak yeni oluşan kadın hakları kavramını ve Batı ülkelerinde ortaya çıkan savunucularını anlatan Nesibe, Osmanlı kadınlarının ezilmiş olduğunu ifade ederek "kanun, gelenek, keyif, mal, güç, değer biçilme, tahkim gibi konuların hepsinin erkeklerin lehine" olduğuna işaret etti. Fatma Nesibe, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Avrupa'da olduğu gibi, bir "kadın devriminin" eşiğinde yer aldığını, cesaretli bir tahmin olarak ortaya koydu.

Çöküşü başlamak üzere olan bir İmparatorluğun kalbinden geldiği gözönünde tutulunca, Fatma Nesibe'ninki iyimser bir çağrıydı. Amerikalı bir yazarın "en uzun süren devrim" olarak nitelediği kadının hukuki ve sosyal özgürleşme süreci henüz dünyanın pek az yerinde başlamıştı. 20. yüzyılın başında toplumların çoğunluğu ataerkil, yani erkek egemendi. Kadınlar evliliğe kadar babalarının, evlilik sonrası ise kocalarının yasal ve ahlaki hükmü altındaydı.1900 senesinde yürürlükte olan Almanya medeni kanunu, "evlilik hayatının tüm kararları kocanın yetkisindedir" hükmünü içeriyordu. Napolyon Fransa'sının geleneklerinden miras kalan medeni kanun kadının kocasına 'itaat' etmesini şart koşuyordu. Cinsiyet eşitliği konusunda küresel hareketin öncülerinden olan İsveç'te bile evliliğin açıkça eşitlik üzerine kurulduğunu ortaya koyan Evlilik Kanunu ancak 1915'de yürürlüğe girdi. Osmanlı aile yasaları ise bu zamanda İslam hukukuna, yani şeriata dayalıydı.

Bir yüzyıl sonra, Fatma Nesibe'nin öngördüğü kadınların statüsünü değiştirecek devrim, dünyanın birçok yerinde gerçekleşti. Avrupa'da kadın ile erkek arasındaki ilişki yeni bir tarihsel safhaya girdi. İsveçli sosyolog Goran Therborn bu dönemi "ataerkil-sonrası" olarak adlandırdı.

"Ataerkil-sonrası yetişkinlerin anne-babalarından özerkliği ve kadın ile erkek arasında eşit aile hakları demek; ve bu hakların sadece kağıt üzerinde değil, karşılanabilen haklar olması demek. Bu büyük bir tarihi değişim, bu güne kadar bilinmeyen ve uygulanmayan ve gördüğümüz üzere, oldukça yakın zamanda gerçekleşen bir değişim."

Hâlbuki 20. yüzyılın sonunda ataerkil gelenekler Avrupa ülkeleri arasında sadece Türkiye'de halen kuvvetli olarak yerleşikti. Hem medeni hem de ceza yasasında Türk kadınları eşit haklara sahip değildi; erkek, ailenin reisi olarak tanımlanıyordu ve Ceza Yasası birey haklarından ziyade aile namusunu temel alıyordu.

Yasal durum sosyal bir gerçeği yansıtıyordu: Kasım 2006'da İstanbul'da gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu toplantısında sunulan bir tablo, Türkiye'nin 115 ülke arasında cinsiyet temelli eşitsizlikler açısından Tunus, Etiyopya ve Cezayir'in ardından 105. sırada yer aldığını gösteriyordu. Türkiye, cinsiyet eşitliği açısından hemen hemen her ölçüte göre Avrupa ülkelerinin gerisinde yer alıyor. Parlamentoda temsilde en az sayıda kadın, işgücünde en düşük kadın oranı, kadınlar arasında okuryazar oranı açısından en kötü durumdaki ülke de yine Türkiye.

Türkiye'nin bu hassas konuda Avrupa toplumlarından kopuk olduğu algısı, Türkiye'nin AB üyeliğinin tartışıldığı ortamlara kilit bir mesele olarak yansıyor. Hem Fransa'da hem de Almanya'da Türkiye'nin AB üyeliğine karşıtlar bu konuyu argümanlarının merkezine yerleştirmiş bulunuyor. Avrupa ülkelerindeki Müslümanların entegrasyonu çerçevesinde de bu konu endişe yaratıyor.

Son 18 ay boyunca ESI ekibi olarak Türkiye'deki kadınların değişen realitesini araştırdık. Türkiye'de onlarca siyasetçi, aktivist, öğretim üyesi ve iş dünyası temsilcileri ile görüştük. Araştırmalarımız çerçevesinde İstanbul'un varlıklı yörelerindeki kadın sığınma evlerine, güneydoğuda şehirleşen merkezlere ve İran sınırındaki yerleşim yerlerine gittik. İki sorunun yanıtını aradık: Türkiye'deki cinsiyetlerarası uçurumun sebepleri nedir ve Türkiye'nin siyasetçileri bu ayrımı azaltmak için ne yapıyor?

Bu rapor, Türkiye'nin AB üye adaylığı statüsünü elde ettiği 1999 yılında yazılsaydı vardığı sonuçlar oldukça kötümser olurdu. Fakat 2007'de çok farklı bir bakış açısından bakılabilmekteyiz. Türkiye anayasasında 2004 yılında yapılan değişiklikler ile kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu Anayasa'nın 10. maddesine yapılan şu değişiklikle vurgulanmaktadır: "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür." Yeni bir medeni kanun (2001), iş kanununda yapılan değişiklikler, aile mahkemelerinin kurulması (2003) ve yeni bir ceza kanununun oluşturulması (2004) kadının statüsünde kapsamlı değişiklikler getirdi. Bunlar, çokeşliliğin kaldırıldığı 1920'lerden beri bu konuda gerçekleştirilen en radikal reformlar. Türkiye, tarihinde ilk defa 'ataerkil-sonrası' bir yasal çerçeveye sahip olmakta.

Bu reformlar aynı zamanda Türkiye'nin demokrasisindeki köklü değişiklikleri yansıtıyor. Ceza yasası, kadın kuruluşlarının etkin ve sistemli kampanyasının sonucunda, muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) çoğunlukta olduğu mecliste geçirildi. Birçok gönüllü kadın hakları savunucusu da AKP milletvekillerinin sivil topluma kulak vermesi ve konuları esasına müteallik olarak ele almasına şaşırdı. Türkiye'deki kadın kuruluşları da bu dönemde etkili siyasi oyuncular haline geldi.

Fakat bu önemli yasal reformlar Türkiye'de varolan cinsiyete dayalı derin eşitsizliğe odaklanılması gerektiği gerçeğini unutturmamalı. Bu rapor aynı zamanda Türkiye'deki cinsiyetler arası uçurumun altında yatan, ekonomik ve bölgesel boyutlar dâhil tüm sebepleri inceliyor. Sonuç olarak rapor, Fatma Nesibe'nin kadın devriminin Türkiye'de meydana gelebilmesi için gerekli unsurları değerlendiriyor. Yakın zamanda yaşanan gelişmeler Türkiye'nin nihayet bu küresel devrimin eşiğinde olabileceğine işaret ediyor.

II. CUMHURİYET'İN KIZLARI

Türk demokrasisi 27 Nisan 2007 geceyarısı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Internet sitesinde yayınladığı duyuru ile bir uyarı ateşi aldı. Genelkurmay, halen Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olmasına karşı duruşunu yansıttığı bildiri ile Türk hükümetine Silahlı Kuvvetlerin "laikliğin kesin savunucusu" olduğunu hatırlattı ve "gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacağı" uyarısında bulundu.

Türkiye'de bu gibi uyarılar oldukça ciddiye alınır. 1960 darbesi ülkenin ilk seçilmiş başbakanı ve o dönem hükümetinin Dışişleri ve Maliye bakanlarının infazı ile sonuçlandı. 1970 darbesi, "isyankâr gençliğin toplu hapsedilmesinin başlangıcını işaretledi." 1980 darbesinin ardından 180,000 kişi göz alına alınırken, 42,000'i mahkûm oldu ve 25'i asıldı. 1997 gibi yakın bir tarihte yaşanan ve postmodern darbe adıyla anılan olay sonucunda ise bir siyasi parti yasaklandı ve seçilmiş siyasetçiler bir takım gerekçelere dayanarak hapse gönderildiler.

Komutanların ultimatomunu bir dizi miting izledi. En geniş katılımlı olanı, 29 Nisan'da İstanbul Çağlayan Meydanı'nda "laikliği korumak" için gerçekleştirildi. Çağlayan'daki konuşmacıların ve mitinginde düzenlenmesinde yer alanların çoğu kadındı. Milliyetçi bir Sivil Toplum Kuruluşu (STK) olan Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Genel Başkan Yardımcısı Nur Serter, komutanları teşvik edercesine kalabalıklara, "şanlı Türk ordumuzun önünde eğiliyoruz," şeklinde seslendi. İstanbul Üniversitesi'nde Türkiye'nin ilk kadın araştırmaları merkezini kuran Necla Arat "Türkiye'nin laik yapısını kararlılık ve cesaretle savunmak, laik rejimi sinsi bir biçimde ve adım adım değiştirmek isteyenleri durdurmak için buradayız" açıklamasını yaptı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin başkanı Türkan Saylan, AKP hükümeti ile ilgili "AKP şimdi de Çankaya'yı tarikat sarayına dönüştürmeye çalışıyor" uyarısında bulundu. Radikal gazetesinin başlığı "Kadınların Gücü" olarak basıldı. Nilüfer Göle, "2007 senesinin'laik kadın-Genelkurmay ikilisi' sonucu ortaya çıkan bir 'nümayışkar feminen darbe' olarak mı hatırlanacağı" sorusunu ortaya attı.

Dışardan izleyen gözlemciler açısından bu beklenmedik bir işbirliği olabilir. Fakat bu, yükselen "İslamcılık" karşısında Kemalist kadın kuruluşlarının silahlı kuvvetler ile ilk ortaklığı değil.

Türkiye devletinin resmi söylemine göre 1924–1934 seneleri arasında Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye'yi tek başına, tek bir hamle ile İslami yasalardan kurtararak kadınların erkeklerle eşit haklar edinmesini sağladı. Bu bakış açısına göre, Türk kadını, mücadele etmeksizin diğer Avrupalı milletlerde olduğundan çok önce eşitliğe kavuştu. Nesiller boyunca bu inançla yetiştirilen Kemalist kadınlar, bu mirası İslam'ın dirilmesinin tehlikelerine karşı–gerekirse demokrasiden ödün vererek– savunma hissiyle şartlandırıldılar.

Bu "milliyetçi feminizm," Cumhuriyet'in ilk onyıllarında bilinçli olarak yapılandırıldı. Bu düşünce şeklinin merkezinde olan inanışlar arasında Müslümanlığı benimsemeden önce Orta Asya Türklerinin cinsiyet eşitliği açısından altın yıllar yaşadığı öne çıkar. Türk milliyetçiliğinin oluşturulmasındaki kilit isimlerden biri olan Ziya Gökalp (1876–1924), şöyle yazar:

"Eski Türkler, hem demokrat, hem de feminist idiler. …"

Kadınların kapanmaya zorlanmadığı ve yönetici, kumandan veya vali olabildiğini anlatan Gökalp'e göre, bu altın yılları, milliyetçi bir lider tarafından tekrar sahiplenilinceye kadar sona erdiren etkiler yabancılardankaynaklanmıştı.

"İran ve Yunan medeniyetlerinin etkisiyle kadınlar esarete düşmüşler, hukukça aşağı bir dereceye inmişlerdir. Türklerde, milli kültür ideali doğunca, eski törelerin bu güzel kurallarını hatırlamak ve diriltmek gerekmez miydi?"

Bu bakış açısı Atatürk'ün kurduğu Türk Tarih Tetkit Cemiyeti çalışmaları sonucunda Türk tarih kitaplarında yerini aldı. Atatürk'ün manevi kızı Afet İnan, The Emancipation of the Turkish Woman (1962; Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, 1964) yayınını kaleme aldı. Bu kitap, Türk tarihini M.Ö. 5000 senesine dayandırıyor ve İslamiyet'e geçiş tarihi olan 8. yüzyılı nispeten yakın geçmiş olarak sunuyordu. İnan'a göre, Atatürk'ün devrimi Türkiye'yi öz milli gelenekleri ile tekrar bütünleştirdi ve bu çerçevede kadınlar İslami kaide ve değerlerin kısıtlayıcılığından kurtarıldı. Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin senelerce başında bulunan Nermin Abadan-Unat'ın belirttiği gibi, "Türk kadınlarına fayda sağlayan düzenlemelerin hemen hemen hepsi mücadele edilmeden kazanıldı" ve bunlar "az sayıda devrimci elit erkek" tarafından bağışlandı. Cumhuriyet'in ilk yılları ile ilgili bu bakış açısına meydan okuyan bir Türk kadın tarihçi neslinin ortaya çıkışı ancak yıllar sonra yaşandı.

Genç Türkiye Cumhuriyeti seçkin, öncü kadınların eğitim sistemine ve kamusal hayata entegre olmasından büyük gurur duydu. İlk kadın doktor (1926), avukat (1927), hâkim (1930) ve pilot (1932) ilerici laikliğin sembolü olarak lanse edildi. Bu gelişmeler, yararlanan kesim açısından kısıtlı bir kentsel eliti kapsadı. Fakat Kemalizm, Cumhuriyet'in gururlu kızları için bir nevi feminizm oldu. Kadınların 1934'de seçme hakkı edinmesi Türkiye'nin zamanında demokrasi olmamasına rağmen övgüyle vurgulandı. Bağımsız kadın kuruluşları, artık gerekli olmadıkları gerekçesiyle 'gönüllü olarak' dağıtıldı. Yerlerini Türkiye'nin önde gelen feministlerinden Şirin Tekeli'nin şu kelimelerle tarif ettiği Kemalist kadın kuruluşları aldı:

"tek partili dönem süresince elde ettikleri haklar ve buna bağlı çıkarlarını muhafaza etmek üzerine odaklanmışlardı, bu kazanımları genişetmek ve yaymak üzerine değil. Faaliyetlerinin odağında Cumhuriyet'in resmi günlerinde Kemalist reformları öven bildiriler yayınlamak vardı."

Bazı Kemalistlerin görüşü doğrultusunda Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne Türk kadının karşılaştığı en kuvvetli tehdit siyasal İslam olmaya devam etti. 2007'deki mitinglerde ön planda olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) gibi kurumlar 1980lerin sonlarında Kemalizmin kazanımlarını dinin toplumsal hayatta varlığını arttırmasına karşı korunmak için kuruldu. ÇYDD'nin başkanı Türkan Saylan'a göre, İslami tehtid hiçbir zaman ortadan kalkmamıştı, sadece medreselerin kapatılmasıyla İslamcılar arka plana çekilmişti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çok partili demokrasinin hayata geçirilmesinin ardından tekrar yüzeye çıkıp sisteme saldırılarını sürdürmüşlerdi.

İslamcı Refah Partisi'nin 1990lardaki seçim zaferlerinin ardından tehdit daha da vahim bir görüntü almaya başladı. 1994 senesinde şu anki başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Refah Partisi adına İstanbul belediye başkanı olarak seçilir seçilmez Kemalist çevreler arasında sert bir tepki oluştu. Refah Partisi eylemcilerinin, umumi yerlerde insanları rahatsız ettiği söylentileri dolaşmaya başladı. Cumhuriyet gazetesinde "İslamcı düzenden yana çetelerin genç kadın ve kızlara yönelik saldırıları devam ediyor." yazıldı. Yael Navaro-Yashin'in İstanbul hakkında 1994 senesindeki gözlemi şöyleydi:

"İnsanları laik ve modern lider Atatürk etrafında birleştirmek için kamu ve özel ofislerden gönderilen faks trafiği vardı."

Gerçek şu ki Erdoğan'ın ve partisinin arkasındaki önemli bir güç kaynağı işçi sınıfı kadınların desteğiydi; zamanında Cumhuriyet'te yazıldığı gibi, "Refah Partisi'nin dinamosu kadınlardır." Fakat bu, Kemalist kadınların endişelerini bertaraf eden bir durum değildi. Liberal bir feminist olarak bilinen Pınar İlkkaracan'ın yorumu ile:

"Laik/Kemalist feministler… İslami hareket içindeki kadın eylemcileri düşman olarak görüyor veya cahil görerek küçümsüyorlar."

1998'in başlarında Anayasa mahkemesi kararı ve üyeleri arasında askerlerin çoğunlukta olduğu Milli Güvenlik Kurulu'nun baskısı ile Refah Partisi kapatıldı ve başındakiler geçici olarak siyasetten uzaklaştırıldı. Üniversitelerde başörtüsüne karşı uygulamalar katılaştırıldı. 1999 senesinde ABD'de bilgisayar mühendisliği okumuş olan Merve Kavakçı, İslamcı Saadet Partisi'nin adayı olarak milletvekilliğine seçildi. Meclise başı örtülü olarak girdiğinde ise bir tepki patlaması yaşandı: "ajan", "provokatör" gibi suçlamalar yöneltildi. Yaşananlar, Cumhuriyet'teki bir yorumda şöyle açıklanıyordu:

"Bir siyasi parti bir canlı bombayı Büyük Millet Meclisi'ne sokarak bize uymayan şeriatı getirmeye çalışıyor. Bu, devlete karşı bir suç."

Bugünlerde Türkiye'de, Cumhurbaşkanı'nın eşinin başörtülü olma ihtimali ile ilgili benzer iddialar ortaya atılıyor.

Siyasal İslam korkusu Kemalist kadınlar nezdinde çok partili demokrasi konusunda karışık duygular ortaya çıkartıyor. Çağlayan mitinginin ertesinde Washington merkezli muhafazakâr Hudson Enstitüsü'nde uzman olan Zeyno Baran, "İslamcılık karşısında en büyük kaybı kadınlar yaşayacak; özgürlüğü kısıtlanacak olan onlar" ifadesini dile getirdi. Baran, Silahlı Kuvvetlerin müdahale tehditine hak verircesine şöyle devam etti:

"Türkiye bir boşluk içinde değil; İslamcılık heryerde yükselişte. … Eğer Türkiye'nin tüm liderleri aynı İslamcı kökenden gelirlerse -laiklik yolunda alınan tüm mesafeye rağmen- köklerine döneceklerdir… "

Baran ve başka Kemalist kadınlara göre bir yüzyıldır laikçiler ile İslamcılar arasındaki zıtlaşma pek değişime uğramadı. Cumhuriyet'in kızları geçmişe bakıyor ve yurttaşlarının çoğunluğundan endişe duyuyor, Atatürk'ün mirasını korumak adına askeri müdahale olasılığı ile flört ediyor.

III. Kadınları ve demokrasi
A. Liberal Feminizmin Yükselişi

Atatürk'ün tek celsede Türkiye'de kadınlara –sonsuza kadar müteşekkir olmaları gereken – eşitliği sağladığı söylemine sıkıca tutunuldu ve bu durum farklı gerçeklerin görülmesini engelledi. İleri gelen Türk öğretim üyeleri arasında olan Meltem Müftüler-Baç'ın 1999 senesinde ifade ettiği şekliyle:

"Türkiye'nin olumlu görüntüsü – yani kadınların da haklarını korumaya alan en modern, demokratik, laik Müslüman devlet oluşu – aslında birçok açıdan aldatıcı. Hatta bu görüntü kanımca daha zararlı çünkü kadın hakları için mücadele eden hareketin gereksiz olduğu intibasını yaratıyor."

Türk kadın kuruluşlarının bu engeli aşması zaman aldı ve bir takım aşamalar sonunda gerçekleşti.

İlk aşama 1960lar ve 1970lerde yeni nesil sosyologların Türkiye'deki kadınlarla ilgili deneysel bulgular toplayarak gerçekleri tespit etmeleriydi. Örneğin sosyolog Deniz Kandiyoti 1970lerin başlarında Ankara yakınlarındaki bir köyde aile hayatında yaşanan değişimleri ele aldı. Eğitim ve iş amacıyla genç erkekler gitgide artan oranda köyü terkediyordu ve bu hareketlilik sosyal sınıf atlama imkânı doğuruyordu. Genç kadınlar için ise benzer hayat tercihleri sözkonusu değildi.

"Koruma altında geçen kısa bir gelin-adaylığı döneminden sonra köydeki gelin yeni evinde tüm erkekler ve kendinden yaşca büyük kadınların hükmünde yerini alıyor… Bugünkü duruma bakılırsa cinsiyet rollerinin değişimesi en az olanaklı boyut olduğu iddia edilebilir."

Sosyolog Yakın Ertürk ise 1976 senesinde Mardin etrafındaki köyleri incelediğinde katı hiyerarşik sosyal yapıların devam ettiğini ve karar alma yetkisinin sadece erkeklerde olduğunu gözlemledi. Başlık parası geleneği kadının, önce babalarının sonra kocalarının malı olarak görülmesini pekiştiriyordu. Kanunlardaki eğitim hakkı bile kırsaldaki kadınların hayatına etki etmeyebiliyordu.

"Doğu'daki bölgeler halen geri kalmış bir vaziyette….Köydeki kızların genelde meslek eğitimi veya eğitim almaları için imkan yok denecek kadar az. İlkokulun kanunen mecburi olmasına rağmen, bölgede oldukça yeni bir olgu. Yoncalı 1958'de, Şenyurt ise 1962'de okula kavuştu."

Bu gibi araştırmalar, 1920lerdeki reformların kısıtlı bir şehirli kesim dışında Türk toplumuna nüfuz etmediği gerçeğini ortaya çıkarıyor. 1975 yılında Türkiye'deki kadınların yarısından fazlasının okuma yazması yoktu. Çoğunluğu 17 yaşından önce evleniyordu. Ücretsiz aile işçisi olarak tarım alanında çalışan kadının çok olmasına rağmen kentsel işgücünde kadın oranı yüzde 10'un altındaydı.

Birçok Türk akademisyen, kadınların çoğunluğunun yaşadığı bu acı gerçeği ilerici yasal düzenin ataerkil toplum ile çatışması olarak tanımladı. Sorun, kırsal geri kalmışlık ve İslami kültür ve değerlerin direnişi olarak görüldü. Türk feministlerin ifadesiyle, Türkiye'deki kadınlar haklarını elde etmiş, fakat özgürleşmemişlerdi.

Ancak, 1980'lere geldiğimizde Türk feministler daha temel sorular sormaya başladılar. 1980 darbesinden sonra Türkiye'deki üniversitelerde yaşanan tasfiye ve kısıtlamalara tepki olarak istifa eden akademisyen Şirin Tekeli, "nihayet Türk kadınının durumunu daha dikkatli incelemeye karar veren" yeni bir liberal feminist akımın sesi oldu. Tekeli'nin yazıları kadınların özgürleşmesi ile ilgili kalıplaşmış düşünceler ile kadınların siyasi alanda yoklukları arasındaki çelişkiye dikkat çekti. 1980 yılına kadar sadece iki kadın bakan olarak görev aldı. 1991 senesine kadar tek bir kadın vali olmadı. Tekeli ve çalışma arkadaşları, sorunun sadece kırsal alandaki geri kalmışlıkta yatmadığını, mevzuatın da sorunlu olduğuna işaret etti. Yasal olarak eşit haklar sadece sınırlı olarak sağlanmıştı- ve bu gerçek resmi söylemin sonucu olarak senelerce saklı kalmıştı.

"Önemli haklar ve yeni imkanlar kazandıkları için ve baskı altında oldukları için annelerimiz feminizm yerine Kemalizm ile özdeşleştiler. Kocayı ailenin reisi olarak tanıyan Medeni Kanun'un ataerkil yapısı onlar tarafından hiçbir zaman sorgulanmadı."

Liberal feministler, ataerkil değerlerin kanun maddelerine yansıtılmış olmasına dikkat çektiler ve sorgulamaya başladılar. Eğer eşlerin eşitliği söz konusuysa, neden kadın çalışmak için kocasının iznini almalıydı? Ceza yasasında neden kadının evlilik dışı cinsel ilişki yaşaması erkeğin yaşamasından farklı bir şekilde ele alınıyordu?

1979 senesinde kabul edilen ve Türkiye tarafından 1985 senesinde imzalanan Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) Türkiye'nin mevzuatındaki sorunlarına kamuoyu ilgisini çekti. Sözleşme, imzalayan ülkelerin yasalarında cinsiyet eşitliğinin yansımasını ve ayrımcılığın her şeklinin önlenmesini şart koşuyor. Medeni Kanun'un birçok maddesinin bu ilkeleri çiğnemesi ışığında, Türkiye, Sözleşmenin bazı maddelerine çekince koymak zorunda kaldı. Kadın ile erkeğe evlilikte, boşanmada, mal sahipliği ve çalışma konularında eşit hak ve sorumluluklar verilmediği itiraf edilmiş oldu.

Siyasi anlamda CEDAW köklü değişimlere sebep oldu. Türkiye'nin kanunlarının ölçütü artık Osmanlı geçmişi veya şeriat değil, çağdaş uluslararası standartlar olmuştu. CEDAW'ın 1926 Medeni Kanunundaki noksanlıklara dikkat çekmesi Türk kadın hareketine net bir yol haritası sağladı – gerçi netleşen bu çalışma gündeminin meyva vermesi ancak 17 sene sonra gerçekleşecekti.

1980ler boyunca kadın hakları eylemcilerinin Medeni Kanun reformu için yürüttükleri kampanyalar yerleşik siyaset kesimi tarafından kayıtsızlık ile karşılandı. Türkiye 1995 senesinde Pekin'de gerçekleştirilen Dünya Kadın Konferansına kadar CEDAW çekincelerini kaldırma taahütünde bulundu. Medeni Kanunda CEDAW ile çelişen maddelerin değiştirilmemiş olmasına rağmen Türkiye CEDAW'a çekincelerini Eylül 1999'da kaldırdı. Bu tarihten itibaren AB, düzenli ilerleme raporlarında Medeni Kanunu'nun CEDAW ile uyumlu olması gerektiğine dikkat çekerek yaşanan sürece katkı sağlamaya başladı.

Kadın kuruluşları, 1990lar boyunca kampanya tekniklerinde ustalaşarak Medeni Kanun'da gerekli değişimler için mücadele verdiler. Kadın Kurultayı adında özel bir mail grubu kuruldu ve Türkiye'nin her yanından 126 kadın kuruluşu bu seferberliğe katıldı. Kadın grupları TBMM'de yoğun lobi çalışmaları sürdürdüler. Nihayet, 22 Kasım 2001 tarihinde Türkiye'nin yeni Medeni Kanunu kabul edildi.

Medeni Kanun, hukuki açıdan ailede cinsiyetlerarası dengeye önemli değişiklikler getirdi. Eşler evlilikte çocuk ve evlilik süresince edinilen mallar konusunda aynı karar alma yetkilerine sahip oldu. Yeni kanun, gayrımeşru çocuk kavramını ortadan kaldırıp evlilik dışı doğan çocukların velayetini anneye veriyordu. Zamanın Adalet Bakanı olan DSP'li Hikmet Sami Türk'ün kelimeleriyle,

"Eşitlik ilkesi görüşmekte olduğumuz tasarının temeli niteliğindedir. Bu eşitlik herşeyden önce, kadın-erkek arasında ve ailede eşler arasındadır (…) Bu tasarıya göre, eşler eşit haklara, eşit yükümlülüklere sahiptirler."

Bu reformlarla Türkiye ataerkil-sonrası dünyaya katılmak yolunda önemli bir adım atmış oldu. Aynı zamanda, bu gelişme Türkiye'deki kadın hareketinin önemli bir başarısıydı… 1980lerin başında şehirlerde küçük gruplar halinde, apartman dairelerinde toplanarak yola koyulan kadınlar, Türkiye'nin ulusal siyasetinde ciddi bir rolü olan oyuncular olmuşlardı.

B. Kadınlar ve Siyasal İslam

Sosyopolitik anlamda Türkiye'deki kadınların durumuna derin etkiler yapan iki demografik gelişme yaşandı: şehirleşme ve azalan nufüs artışı. 1945'de Türklerin sadece dörtte biri şehirlerde yaşıyordu; 2000'e geldiğimizde bu oran yüzde 65 olmuştu. Kadınlar bu gelişme ile kendilerini şehirde eğitim imkânlarıyla ve modernleştiren birçok etken içinde buldu. Kadınların okuryazarlık oranı 1945'de yüzde 13 iken, 2000'de yüzde 80'e tırmanmıştı. Kadın başına çocuk sayısı düşünce kadınların evleri dışındaki dünyaya ilgisi arttı.

Tablo 1: Türkiye'de nüfus, şehirleşme, kadın okuryazarlığı, 1935-2000

Yıl

Nüfus (m)

Şehirleşme

Kadın Okuryazarlığı

1945

18.8

% 25

% 13

1960

27.8

% 32

% 25

1980

44.7

% 44

% 55

2000

67.8

% 65

% 81

 

Bu demografik değişiklikler toplumda yeni bir sosyal tabaka oluşturdu. Türkiye'nin kentsel nüfusu 1985 ile 2000 arasında 24,4 milyon kişilik artış ile ikiye katlandı. İstanbul, Ankara ve diğer büyük şehirlerde varoşlar ortaya çıktı. Köylerden gelen, belirgin bir muhafazakâr ve dindar bakışı getiren kesimler büyük şehirlerin eteklerine yerleşti. Bir taraftan da bu insanlar eğitim talep etti ve köylerde kalanlara nazaran toplum içinde yükselmek için daha fazla fırsata sahip oldular. Şehirlerde oluşan bu yeni sınıf, siyasal İslam'ın yükselişini açıklıyor; İslamcı Refah Partisi'nin seçim başarısının arkasındaki güç, yine bu kesimdi. Kadınlar, Türk siyasetindeki bu önemli dönüşümde kilit rol oynuyordu.

İstanbul Ümraniye semti, ülkenin en hızlı büyüyen kentsel alanlarından bir tanesidir. Amerikalı antropolog Jenny B. White, 1990'larda Ümraniye'de yaptığı bir araştırmada kadınların karşılaştıkları kısıtlamalara tepkilerinin çelişkili bir şekilde bir taraftan kızgınlık, diğer taraftan ise baş eğmişlik olarak tezahür ettiğini gözlemledi. Kadınların hareket özgürlüğü konusunda sohbetlerinden birin hakkında şunları aktarıyor:

"Başörtüsünun ve loş ışığın yüzünü kapattığı bir kadın şöyle dedi: 'Evde sürekli yalnız oturmak zor. ' Bir başkası ise şöyle ekledi, 'Keşke bir yere yolculuk yapabilsem. ' Ama kadınlar hemen şikayetlerini sona erdirdiler ve iradeli bir şekilde kadınların evde kalmasının doğru olduğunu bildiklerini eklediler. Korunmasız bir kadının hareketlerinin kısıtlanması gerektiği konusunda aralarında hemfikir oldular. 'Ne zaman ne olacağı belli olmaz'. Kuran'ın bu konuya nasıl yaklaştığını tartıştılar. Kadınlardan biri, kadınlara uygulanan kısıtlamaların Kuran tarafından değil, erkeklerin gücü yüzünden belirlendiğini ifade etti."

Kadınların bazıları çalışmak istediklerini ama kocalarının izin vermediğini anlattı. Kadınlar kendi aralarında konuştukça tatminsizlik hisleri kabardı.

"'Erkekler hayatımızı zorlaştırıyor. ' 'Keşke daha çok eğitimim olsa. ' 'Keşke çalışıp biraz para kazanabilsem. Size para vermesi için sürekli kocanıza bağımlı olmak zor. Ve bazen unutuyor, sonra ne yaparsın?"

Türk siyasetinin en garip çelişkilerinden biri İslamcı partinin Ümraniye gibi yerlerde kadınlar için yeni fırsat pencereleri açmış olmasıdır. 1990ların ortasında Refah Partisi faal bir kadın kolu geliştirdi. Refah Partisinin o zamanlardaki İstanbul İl Başkanı olan şu anki Başbakan Tayyip Erdoğan, kadınları parti teşkilatında harekete geçirme girişiminde ön plandaki isimlerdendi.

"Türkiye'deki başka hiçbir partinin bu denli kadın üyesi yoktu. Refah Partisinin kadınları 6 yılda yaklaşık bir milyon üye kaydettirdi…Partinin belki de en dinamik birimi kadınlardı, tüm mitinglerde, faaliyetlerde onları görmek mümkündü."

Ümraniye'de kayıtlı 50,000 parti üyesinin yarısına yakını kadındı. Refah partisi adına katılımcılık kadınlara yeni imkânlar sundu – mesela eğitilme, ev dışında çalışma ve toplumsal konularda sesini duyurma. 1999 yılında, Yeşim Arat 25 kadın gönüllü ile konuştu. Gönüllü olarak siyasi çalışmalara destek veren kadınların bu işten aldıkları tatmin kendisini şaşırttı."İstisnasız görüşülen her kadın siyasi aktivizm tecribesini mutlulukla andı." Bir gönüllü, Arat'a şöyle diyordu: "hepimiz birşey ispatladık, statü kazandık."

Fakat Refah Partisi siyasi söyleminde kadının yerinin ev ve aile olduğunu vurgulamaya devam etti. Parti, 1991'de TBMM'ye 62 milletvekili ile girdiğinde aralarında tek bir kadın yoktu. 1995 senesine gelindiğinde ise 158 milletvekili ile meclisteki en kuvvetli partiyi oluşturmalarına karşın hala kadın temsilcileri yoktu. Kadın konusundaki söylemi yüksek derecede muhafazakâr olmaya devam etti. Öyle ki, 1997'de, kıdemli parti üyeleri bir kadının elini sıkmanın uygun olup olmadığını tartışıyordu. Önde gelen isimlerinin çoğu kadınların sorunlarını çözmenin yolunu asrı saadet'e –yani Hz. Muhammed'in hayatta olduğu dönemin yaşayış kurallarına– dönüşte arıyordu. Refah'ın kadın ve erkek destekçileri arasındaki farklar Jenny B. White tarafında şöyle tarif edildi:

"Kadınlar İslami hareketin yaşadıkları statükoyu aşmalarına yönelik kazandırabilecekleriyle ilgileniyorlardı; erkekler ise kadınların eş, anne ve evkadını oldukları bir ideal peşindeydi"

Tesettür konusuna farklı yaklaşımları bu gerginliği net bir şekilde ortaya koyuyordu. İslamcı erkekler, başörtüsünü kadınların ve ailenin namusunu korumak, kadın cinselliğinin tehlikelerine (fitne ve fesat) karşı önlem almak için gerekli görüyorlardı. Hayatta belirli amaçları olan dindar kadınlar için ise, başörtüsüne, toplumsal hayata katılmaya ve özgürleşmeye imkân sağlayan bir anlam yüklendi.

1980lerin sonlarına doğru dindar kadınlar arasında Zaman gazetesinde yazılarla başlayan canlı bir tartışma ortamı oluştu, bir değişim gündemi savunuldu. 1987'de bir kadın düşüncelerini şu şekilde dile getiriyordu:

"Müslüman erkekler neden kadınların öğrenip anlamalarından korkuyorlar? Çünkü kadınlar sadece kocaları ile meşgül olup dış dünyadan soyutlandıklarında kocalarına daha fazla hayran olur, daha kolay kontrol edilebilirler. Kadınlar eğitim alıp kendilerini ispatladıklarında etraflarını daha fazla sorgularlar ve erkekler bundan korkuyorlar."

1990ların ortasından itibaren dindar kadınlar, Başkent Kadın Platformu, Gökkuşağı İstanbul kadın Platformu ve Ayrımcılığa Karşı İnsan Hakları Derneği (AKDER) gibi kadınlara özgü konulara odaklanan dernekler kurdu. Gökkuşağı'ndan Selime Sancar duruşunu şu şekilde açıklıyordu:

"Biz bir senteziz; laikçilerin anneannelerinin başını örttüğünü hatırlamaları, İslamcıların ise sultanların Avrupalıları buralara getirdikleri günlerden beri batılılaşan Türkiye'nin bir parçası olduklarını hatırlamaları gerekiyor."

İslami kadınların eylemciliğinde yatan çelişki liberal feministlerce incelendi. Şirin Tekeli 1992 yılında konuyu şu şekilde ele aldı:

"Feminist hareketin en beklenmedik etkisi İslami kadınlar üzerinde oldu. Batı dünyasının materyalist değerleri üzerine kurulu olduğu için feminizmi reddettiler fakat çoğu aslında feminist ruh ile üniversitelere girmek için mücadele ediyorlardı ve toplum içinde, başörtüsü ile sembolize olan kimliklerini kaybetmeden meslek sahibi eğitimli kadınlar olarak yer bulmaya çalışıyorlardı."

Dindar feministler, İslamcılar arasında yaygın olan düşünceleri dindar açıdan sorgulama özgüvenini ve gücünü geliştirdiler. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde din bilimci olan Hidayet Tuksal başörtüsü giyiyor. Ayrıca kendisi, Başkent Kadın Platformu'nun kurucularından. Tuksal, bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor, "Dinin tarih boyunca farklı insanlar tarafından farklı şekillerde yorumlandığını biliyor, erkek egemen yorumlarla uğraşan bir ilahiyatçı olarak 'dindar feministim' diyorum."Başkent Kadın Platformu kadın karşıtı anlayışla dindar bir perspektifle mücadele ediyor. Dindar kadınlar ve gençler arasında gelişmekte olan yeni bakış açılarına bir açılım sağladı. Tuksal'a göre, "Yirmi yıl önce, muhafazakarlar kadınların çalışmasına karşıydı. Üniversiteye gitmek bile kaşların çatması için yeterli bir nedendi." Ekonomik ihtiyaç ile toplumsal hareketlilik arzusunun bileşimi geleneksel değerlerin bir kenara koyulmasına yol açıyor."Çalışmak artık olumsuz bir unsur değil. Bizim çevremizdeki genç erkeklerin yüzde 90'ı çalışabilen bir kadınla evlenmeyi tercih eder."

2001 senesinde Fazilet Partisi'nin iki yeni partiye bölündüğüne şahit olduk. İlki, Saadet Partisi, kadınlarla ilgili geleneksel yaklaşımını sürdürdü. Partinin programında da açıkça belirtildiği gibi Türk toplumuna en büyük tehdidin yurtdışı kaynaklı olduğu vurgulanıyordu.

"Bizde de aile tahribatı görülmemiş bir hızda artmaktadır… Milletimizi ve sosyal yapımızı, dış güçlerin çeşitli etkinliklerle ( medya, sinema vs. ) bize aşılamak istediği, karı-kocadan ibaret kendi 'çekirdek aile' hastalığından korumak için gereken tedbirler özenle alınacaktır."

Öteki parti olan AKP'nın bu konularda farkı çarpıcıydı. Başından itibaren AKP kendini geleneksel İslamcılardan özellikle iki konu ile ayırdı: Biri, AB entegrasyonu, öteki ise toplumda kadının yeriydi. AKP parti programı CEDAW'ın tüm gereklerinin yerine getirilmesi sözünu vererek farkını ortaya koydu. AKP, Kadınların kamusal yaşama katılımının özendirilmesi için önlemlerin alınacağını ifade eden, kanunlardaki ayrımcılığın kaldırılmasına odaklanan, kadın STKlarla çalışılacağını beyan eden, "kadınların çalışma hayatı, çocuk ve aile sorumlulukları dikkate alınarak sosyal güvenlik ve çalışma koşullarında iyileştirmeler" yapılacağını vaad eden bir program ile halkın karşısına çıktı.

Medeni Kanun, 2001 yılında Meclise geldiğinde, Saadet Partisi'nden itiraz edenler sesini yükseltti. Milletvekillerinden biri genel kurulda muhalefetini şöyle açıkladı:

"Her birliğin mutlaka bir başkanı olması lazım, başkan olmayan yerde başıbozukluk hakim olur… Bu düzenleme, aile kurumunu güçlendirmez, aksine, zayıflatır, birliği sarsar."

Yeni kurulmuş AKP ise farklı bir yaklaşım sergiledi. AKP milletvekili Mehmet Ali Şahin yeni Medeni Kanun'a destek verdi. Karşı çıktığı ana konu, evlilik süresince edinilen malların kadın ve erkek arasında eşit paylaşımının 2002'den evvel gerçekleşen evlilikler için geçerli olmayışıydı. Bu, aynı zamanda kadın kuruluşlarının itiraz ettiği noktaydi. Şahin'in önerisi, açıkça karşı çıkmadıkları takdirde 2002 öncesi evlenmiş olan çiftlerin de aynı mal rejimine tabi olmasıydı. Kadın kuruluşlarının temsilcileri, ESI ile görüşmelerinde, AKP saflarından aldıkları bu desteğe şaşırmış olduklarını dile getirdiler.

Belli ki AKP, geleneksel İslamcılar ile arasındaki farkı netleştirmek konusunda kararlıydı. 2001'de 71 kurucu üyesi arasında 12'si kadındı (yarısının başörtüsü vardı, yarısının yoktu). Hazırlanan resmi parti programında laikliğe bağlılık ifade edilirken laiklik "her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını anacak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlayan" bir ilke olarak tarif ediliyor."

AKP'ye kuşku ile yaklaşanların ikna edilmesi için parti programına özenle yerleştirilmiş kelimelerden çok daha fazlasının gerekeceği malumdu. Birçok laikçi, AKP'nin niyetine derin güvensizlik duyuyordu. Merkez seçmen kitlesini Orta Anadolu'nun muhafazakârlarının veya İstanbul'un Ümraniye gibi semtlerinde yaşayanların oluşturduğu bir parti nasıl kadın-erkek eşitliğini sağlamak konusunda samimi olabilirdi? Bunun ardından yaşanan gelişmeler, Türkiye'nin modern tarihinde kadınların hukuki statüsü açısından en köklü değişiklikleri beraberinde getirmek üzereydi.

C. Cinsellik, Suç ve Türkiye'de Yeni Politikalar

1926'dan 2004'e kadar yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu Türkiye Cumhuriyet'inin söylemiyle yaşanan gerçek arasındaki farkı en belirgin haliyle sergileyen örnekti. Atatürk zamanında yasalaşan kanunların çoğu gibi Ceza Kanunu da, Batı Avrupa modeline dayanıyordu. İtalya'nın 1889 tarihli Ceza Kanunu Türk değer ve geleneklerine uygun olacak şekilde uyarlanmıştı.

Cinsel suçlara yaklaşımı itibarıyla 1926 Ceza Yasası, kadın bedenini erkeklerin malı olarak ele alıyordu. Kadınlara karşı işlenen cinsel suçlar, ailenin namusuna karşı işlenmiş sayılıyordu. Yasa, ırz ve hayâ gibi Arapça'dan gelen geleneksel kavramlarla yazılmıştı. Kadın cinselliğini toplum tarafından kontrol edilmesi gereken bir tehdit olarak konu ediyordu.

"Tecavüz için ırza geçmek tabiri kullanılıyordu. Yani bireyin bedensel bütünlüğüne karşı işlenen bir suç değil de namus lekelenmesinin mevzubahis olduğu ima ediliyordu."

Tecavüzü bir namus meselesi olarak algılamak bazı önemli sonuçlar doğuruyordu. Öncelikle, evlilik içi tecavüzün suç olarak tanımlanmasını engelliyordu çünkü zorla da olsa, evlilik dâhilinde olduğu için kadının namusuna zarar vermemiş sayılıyordu. Ayrıca tecavüzcü mağdur ile evlenirse –sözde kadının namusu iade edilmiş olacağı için– cezadan kurtuluyordu. Kadının bir olayda birden fazla erkeğin tecavüzüne uğraması halinde ise erkeklerden birinin kendiyle evlenmesi, diğerlerine karşı yöneltilen suç iddialarının da kalkmasına yetiyordu.

Ceza Kanunu namus saikiyle işlenen suçlara –yani aile namusunu onarmak amacıyla işlenen suçlara– çok hafif cezalar öngörüyordu. Maddelerden birine göre eğer mağdur zina veya 'gayrimeşru cinsel ilişki' (evlilik öncesi yaşanan cinsel ilişki de bu kapsama dahil ediliyordu) yaparken yakalanırsa –veya böyle bir ilişkinin yaşandığına dair net kanıt vardıysa– namus saikiyle suç işleyen kişinin cezası 7/8 azaltılabilirdi. Yasa, aynı zamanda bekar kadına, evli kadından daha az değer biçiyordu. Bekar kadını kaçırmak üç yıla kadar hapis ile sonuçlabilirken evli bir kadını kaçırmak –asıl 'mağdur' kadının kocası olarak algılanırcasına– en az yedi yıllık ceza getiriyordu.

Bu yaklaşımların 20. yüzyılın ardından bile devam etmesi sadece kanunlardaki bir hatayı değil, hakim ve savcılar da dahil olmak üzere Türk toplumunun içine işlemiş değerleri yansıtıyordu. Öte yandan 20. yüzyıl sona ererken bu değerler, birçok dava sonucuna karşı kamuoyunda yükselen itirazlarla da belirginleştiği gibi gibi, gitgide daha fazla sorgulanıyordu. 1987 yılında Çorum'da bir hakim, kocası tarafından kötü muameleye tabi olan hamile ve üç çocuklu bir kadının boşanma talebini reddedişini şu sözlerle açıkladı: "Kadının sırtından sopa karnından sopayı eksik etmeyeceksin". Bu karar, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında gerçekleştirilen ilk mitingi tetikledi: İstanbul'un Kadıköy ilçesinde 1000'in üzerinde kadın sokaklara döküldü.

1996 senesinde Şanlıurfa'da, Sevda Gök adındaki kuzeninin sokağın ortasında boğazını keserek öldüren kuzenini hafif bir hükümle cezalandırmasını açıklayan hâkim, şöyle bir gerekçe sundu: "Olaya Şanlıurfa'nın sosyo-ekonomik yapısı neden olmuştur.". 16 yaşındaki kız, ailesini mahçup eden davranışlarda bulunduğuna dair mahallede dönen dedikolular yüzünden öldürülmüştü. Bu dava, adliye çevrelerinde namus cinayetlerine karşı gösterilen "hoşgörüyü" ulusal gündeme taşıdı. Fakat geniş çaplı itirazlar gelecekte benzer mahkeme kararlarının alınmasına engel olmadı. Haziran 2003'de, Mardin'deki bir mahkeme genç bir kızın tecavüzü ile suçlanan 27 faili, 13 yaşındaki mağdurun bu kişilerle cinsel ilişkiye razı olup olmadığına dair yeterince delil olmadığını ileri sürerek beraat ettirdi.

Bu gibi olaylar, Türkiye'deki kadın kuruluşlarını beraber mücadele etmek için ve hukuki reform talep etmek üzere harekete geçirdi. Avrupa Birliği'yle bütünleşme süreci de somut anlamda ilerleme sağlamak açısından siyasi alanda fırsat sağladı. Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği (WWHR) bu durum karşısında 2002 başlarında yeni bir Ceza Kanununun hazırlanması için öneriler geliştirmek amacıyla üniversite, STK ve Barolar Birliği'nden konuya ilgi gösterenlerden oluşturulan bir çalışma grubunun kurulmasına öncülük etti: "Kadın konularıyla ilgili her madde için kelime-kelime değişiklik önerileri hazırladık, her önerimizin arkasındaki mantığı açıklayıcı gerekçeler ekledik" Kurum, bu konularla ilgili yayınlar çıkararak, medya ile çalışarak ve STKlar arasında ilişki ağları geliştirerek farkındalık yaratma sürecine koyuldu.

Fakat çoğu gönüllüye gore, AKP'nin Kasım 2002'deki seçim başarısı, henüz başlarında oldukları süreci söndürecekti. Bu kadınların çoğu, İslamcı Refah Partisinin devamı olarak algılanan AKP'nin, kanunla ilgili taleplerine muhalif olacaklarını varsayıyordı.

"Seçimlerden sonra olağanüstü bir toplantı yaptık. Bazıları mücadeleden vazgeçmek istiyordu. Fakat farklı yaklaşımlarımızı aştık ve yeni bir enerji kazandık. … Ceza Yasasının yeniden reform sürecine girmesi için onyıllar beklemek gerekebilirdi. 'Yapalım ki kızlarımıza denediğimizi anlatabilelim' dedik"

Fakat AKP, bir önceki hükümetin uzman akademisyen ekibi tarafından hazırlattığı taslağı masaya koyarak süreci, kendinden önceki iktidar partilerinin bıraktığı yerden ele aldı. İktidarda kim olursa olsun, yasa taslaklarının hazırlanması sürecinde söz sahibi olanlar uygulamada kıdemli öğretim üyeleriydi. Öncüleri ise hukuk dünyasında itibarı tartışılmaz, hocaların hocası olarak hitap edilen Sulhi Dönmezer'di. 1950'lerden beri ceza yasası konusundaki girişimlerin hemen hepsinde yer alan Dönmezer, 1980 darbesi sonrasındaki prosedürlerin hazırlanmasında önemli rol oynamıştı. 1990'ların sonunda, yeni bir ceza Kanunu'nun hazırlanması için de yine Dönmezer'e görev verilmişti.

CEDAW'ın 1996 raporu, Türkiye'nin uygulamadaki Ceza Yasası'nın 29 maddesinin sözleşme hükümlerine uymadığına dikkat çekti. Şaşırtıcı olan ise, Dönmezer'in 1999–2002 yılları arasında iktidarda olan hükümet için hazırladığı tasklak ceza yasasında bahsedilen tüm maddelerin muhafaza edildiği ve sadece yüzeysel değişiklikler yapılmış olmasıydı. AKP Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Dönmezer'in elini öperken fotoğraflanınca, AKP'ye yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak gazetesinin bir köşe yazarının yorumu şöyle oldu:

"Türkiye'yi tuhaf bir ülke yapan manzaraların birisi de bu… bu hoca, tarihin kurnazlığı'nın bir eseri olarak AB'ye uyum harekatının bir parçası da başmimarı konumunda! Güler misiniz ağlar mısınız artık siz karar verin…"

AKP Adalet Bakanı'nın 2003'ün Nisan/Mayıs aylarında 24 kişilik Meclis Adalet Komisyonu'na gonderdiği taslak Dönmezer'in hazırladığı taslaktı. WWHR ve Kadınların Çalışma Grubu için kamuoyuna yönelik geniş bir kampanya başlatmak açısından uygun bir zamandı. 30'u aşkın STK'nın biraraya geldiği Türk Ceza Kanunu Kadın Platformu kuruldu. WWHR, görev başına yeni gelmiş olan meclis üyelerine, ceza kanunu maddeleri için somut değişiklik tavsiyelerin derlendiği bir kitapçık iletti ve Meclis Adalet Komisyonu başkanı AKP'li Köksal Toptan ile bir görüşme ayarladı. Toptan, Platform üyesi kadınlardan bazılarının ümidini kıran bir sessizlik içerisinde kadınların argümanları dinledi. Fakat, Haziran 2003 tarihinde Toptan, tekrar ümit tazeledi ve kadınların taslakta karşı çıktıkları maddelerle ilgili görüşlerinin, kurulacak altkomisyonda görüşüleceğini açıkladı. Ayrıca evlilik içi tecavüzün suç sayılması konusunda kadınların görüşlerine katıldığını bildirdi. Toptan, AB entegrasyonu sürecinin bu kanunla ilgili reformlarda motivasyon unsuru olduğunu şu sözler ile ifade etti:

"… Türkiye, Avrupa Birliği sürecine girdi. O çerçevede de Türkiye'de çok önemli yasalar çıkarıldı. Uyum paketleri çıkarıldı. (65 yasada değişiklik yaptık). Şimdi bir kere, TCK bu haliyle bu uyum yasalarıyla ciddi şekilde çelişiyor. Biz, hiç kimse kuşku etmesin ki, katılım olsun veya olmasın, en yüksek dereceye çıkarmaya çalışıyoruz."

2003 yazında ilk defa kadın-erkek eşitliği konusunda gerçek bir kamuoyu tartışma ortamı oluştu. Yeni Şafak'ta yazan bazı köşe yazarları hükümete bu konudaki sorumluluklarını hatırlattı. Ali Bayramoğlu, 23 Temmuz tarihli yazısında, hükümet yetkililerinin, kadın kuruluşları ile görüşüp, anlatılanları ciddiye almalarını istedi. Bir sonraki gün ise Bayramoğlu, İstanbul Üniversitesi'nden bir oğretim üyesinin taslak yasa konusunda görüş alma sürecinin eleştirildiği mektubunu köşesine taşıdı:

"Önemli olan tüm toplumu ilgilendiren bir konuda bakanlığın ilgi ve katılımının nasıl olduğudur. Bu, Ceza Yasası Tasarısından çok daha önemlidir… "

Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Ali Bayramoğlu'yu bu yazısının ardından aradı ve hükümetin bu konularda görüşlere açık olduğunun altını çizdi:

"Bizim tasarıya yönelik eleştiriler ve itirazlar konusunda hiçbir sıkıntımız ve kompleksimiz yoktur. Bu konuda her tür görüşün bu komisyona iletilmesini istiyoruz. Köksal Toptan başkanlığında faaliyet gösterecek bu grup en iyi şekilde gereğini yapmaya çalışacaktır."

Hükümet Türk kadın kuruluşlarının kendilerine kuşkuyla yaklaştığını biliyordu. Milletvekili Hakkı Köylü'nün ESI'ye açıkladığı şekliyle:

"Birçok kişi için AKP deyince din temelli yaklaşımların ağır basacağı varsayıyor. Çünkü onlara göre AKP böyle bir partiden doğdu. Milletvekillerinin kadın haklarını savunacak zihniyette olmadıkları düşünülüyor. Halbuki [Saadet Partisi'nden] ayrılanlar bir sebepten dolayı ayrıldılar – hemfikir değillerdi. Ve benim gibi dışardan gelenler var."

Ceza Kanunu Tasarısı üzerinde çalışmak için kurulan Adalet altkomisyonu, Ekim 2003'de çalışmalarına başladığında kadın kuruluşları gündemi görüşleri ile oluşturmuşlardı bile. Köksal Toptan'in ulusal televizyonda kabul ettiği gibi:

"…kadın derneklerimiz gerçekten kamuoyunun nasıl oluşturulabileceği konusunda örnek teşkil edebilecek bir çalışma sergilediler. Bir taraftan komisyonumuza çeşitli kuruluşları aracılığıyla bizzat gelerek veya raporlar göndererek katılımlarını sağladılar. Öbür yandan da kamuoyunu çok güzel yönlendirdiler… Kadın örgütlerinin gönderdiği tüm raporlar elimizde. İlgili oldukları maddelere sıra gelince bu raporları değerlendireceğiz. Bu yasayı hazırlarken toplumun her kesimini dinleyeceğiz, özellikle kadınları."

Altkomisyon Haziran 2004'e kadar dokuz ay çalıştı. Üyeleri arasında üç AKP milletvekili ve iki CHP milletvekili vardı. Altkomisyonda üç akademisyen yer aldı; üçü de Dönmezer taslağına getirdikleri eleştirel yaklaşımları ile tanınan isimlerdi. Önerileri, taslağın temel ilkelerinden başlayarak ele alınmasıydı. AB süreciyle oluşan hava, altkomisyon üyelerinin esaslara yönelik düzeltmelerin yapılması konusunda uzlaşmaya varmasında önemli rol oynadı. Altkomisyonda yapılan tartışmalar her gün basın ile paylaşıldı – bu denli saydam bir süreç Türkiye için alışılmışın dışındaydı…

"Altkomisyon tartışmaları sırasında 6, 7 muhabir kapıda beklerdi. Hergün toplantıdan çıktığımızda onlara gün içinde neler tartıştığımızı söylerdim. Gazetelerine bunları yansıtırlardı. Eğer şikayet varsa bunlar da gazetelerde yazılırdı ve biz bunları okurduk. Bu, ilgili toplumsal paydaşları ile etkileşimimizin bir boyutunu oluşturdu."

Altkomisyonun AKP'li üyelerinden Bekir Bozdağ bu komisyon üyelerinin hevesinin nasıl etkilendiğini şöyle açıkladı.

"Altkomisyon üyeleri olarak toplumu arkamızda hissettik. Kadın örgütleri ve medya çalışmalarımızı yakından takip ediyordu – bu bizim için önemli bir etkendi."

Taksim'deki mütevazı ofislerinden çalışan WWHR ekibi son derece etkin bir kampanya koordine etti. Ankara merkezli bir STK olan Uçan Süpürge ise benzer bir çalışmayı oradan yürüttü. İlerleme sağlanan her aşamada altkomisyon üyelerine tebrikler gönderildi. AB büyükelçiliklerine sürekli bilgi akıtıldı. Baskı yapmak için kritik bir zaman olarak algılanan noktalarda meclise fakslar, emailler iletildi ve ziyaretler gerçekleştirildi.

"Aylarca faks ve basın bildirisi gönderdik, Ankara ziyaretleri yaparak milletvekillerini ziyaret ettik, onları yemeğe çıkardık, ilerleme sağlandıkca destek mektupları ulaştırdık. Meclisteki arkadaşlarımız yolula olan biteni takip ettik. Her tartışılan madde ile ilgili olumlu veya olumsuz hemen tepkimizi gösterdik."

CHP'li milletvekili Gaye Erbatur süreç boyunca kadın kuruluşlarının kilit müttefiklerindendi. Altkomisyon üyesi olmamasına rağmen vaktinin çoğunu bu süreci etkilemeye ayırdı.

"Altkomisyon toplantılarına her gün gittim ve neyin tartışıldığını takip ettim. Aralarda beraket kontrolu veya tecavüzcülerin mağdurlarla evlendirilmesi gibi konularda üyelerle tartıştım. Somut örnekler vererek kadınların açısından nasıl yaşandığını izah etmeye çalıştım. Tartışmalar çok hararetliydi."

Özellikle 2003 sonbaharında kamuoyu nezdindeki tartışmalar hararetli geçti. Altkomisyon toplantılarına ara sıra katılan Adalet Bakanı'nın kıdemli danışmanlarından Doğan Soyaslan Ekim ayında Dönmezer taslağında olu tecavüzcünün mağdur ile evlenmesini tesvik eden hükmü savundu. Soyaslan Türk toplumunda kimsenin bakire olmayan bir kadınla evlenmek istemeyeceğini ve bu sebeple de tecavüze uğramış kadının tecavüzcüsüyle evlenmesinin töre cinayetini engelleyeceğini dile getirdi. Soyaslan düşüncelerini şu şekilde dile getiriyordu:

"Anadolu'da ailesinin zoruyla evlenmiş o kadar çoktur ki. Ama evlilikleri yürüyor. Bu ırza geçmede de istemeye istemeye evlenilir. Fakat zaman en iyi ilaçtır. Unutturur. Yıkılmaz bu evlilik."

Soyaslan'ın önerisi basında büyük tepki ile karşılandı. Soyaslan bir televizyon programında kendi kızına bu maddenin uygulanmasını hayal bile edemeyeceğini "Fakat ben farklıyım, bir profesörüm" açıklamasıyla ifade edince, basının tepkisi daha da arttı. Soyaslan'ın sözleri haftalarca basında tartışılmaya devam edilirken TCK Kadın Platformu bu fırsatta istifade ederek önceki ceza kanununun felsefesinin ne kadar kabul edilmez olduğuna dikkatleri çekti.

Soyaslan'ın çıkışları çok ses getirmiş olsa da altkomisyonda pek bir etki yaratmadı. Altkomisyonun başkanı olan Hakkı Köylu "Yasanın amacı yanlış uygulamaların devamını sağlamak değil, olumsuz sonuçları engellemek." açıklamasını yaptı. Benzer bir yaklaşım AKP'li Bekir Bozdag tarafından dile getirildi. Kendisi, ceza kanununun amacının sorun teşkil eden uygulamalara uyum sağlamak değil, değiştirmek olması gerektiğini ifade ederek şöyle devam etti:

"Hukuk dalında çalışmış kişiler olduğumuz için önceden uygulamada olan ceza yasasının sorunlarını yaşamış, görmüştük. Hepimiz, o yasanın bir takım yanlışın devamına yol açtığını tecrübe etmiştik. Tecavüze uğramış bir kadının tecavüzcüsüyle evlenmesi adalete uymaz"

Dokuz aylık çalışma sonunda taslak hemen hemen baştan yazılmış kadar değişti. Kanunun amacının kişi hak ve özgürlüklerini korumak olduğunu da belirten birinci maddeden başlayarak köklü değişiklikler yapıldı.

Adalet Komisyonu'na 30 Haziran 2004 günü taslağın yeni hali gönderildikten sonra 14 Temmuz'a kadar görüşüldü; az sayıda değişiklik yapıldı, genel kurula gönderildi ve 26 Eylül 2004 tarihinde kabul edildi.

Gerçekleşen hadise Türk toplumu için hukuki ve felsefi bir devrimdi. Akademisyen ve feminist Yakın Ertürk'e göre "Ceza Yasası'nın mantığı tamamen değişti." Bir başka yorum ise bunun Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri cinsellik konusunda yaşanan en yoğun görüş alışverişi olarak nitelendirdi." Adalet Bakanı, milletvekillerine konuşmasında değişimi şu sözleriyle betimledi:

Türkiye sessiz ve derinden bir zihniyet değişimini yaşıyor. Bu zihniyet değişiminin önemli bölümünü de Ceza Kanunu yansıtıyor."

Kadınlar ve kadınların cinsel özgürlükleri konusunda yaklaşık 35 madde değişikliğe uğradı. Edep, töre, ırz,  namus, ahlak, ayıp, edebe aykırı davranış gibi tanımsız ve muğlâk olan erkek egemen kavramlar Kanun'dan çıkarıldı. Yeni Ceza Kanunu'nda cinsel suçlar birey hakları olarak ele alınıyordı –kamu ahlakına, aileye veya topluma karşı suçlar kapsamında değil. Kanun, evlilik içi tecavüzü suç olarak kabul ediyor, namus cinayeti vakalarında ceza indirimi kullanılmasını engelliyor, bakire olmayan veya evli olmayan kadınlara karşı farklı ceza uygulamasını kaldırıyor, işyerinde cinsel tacizi suç olarak tanımlıyor ve kolluk güçleri tarafından cinsel suçlar sözkonusu olunca cezada ağırlaştırıcı neden kabul ediliyor. Çocuklara yönelik cinsel istismara ilişkin düzenlemelerde çocuğun rızası kavramı kaldırıldı.

Bütün bunlar sadece kadının hukuki statüsünde bir devrim değildi; aynı zamanda Türkiye'nin demokratik işleyişlerindeki köklü değişikliklerin de işaretiydi. Süreç baştan sonra oldukça saydam bir şekilde, yoğun tartışma ve toplumun birçok kesiminin görüşü duyularak ilerlemişti.

"Bu, Türkiye için bir dönüm noktasıydı; daha önce parlamento bir yasa tasarısı için halka başvurmamıştı."

Dikkate değer bir başka önemli açı ise, bu hassas reformlara AKP ve CHP arasında uzlaşma ile varılmış olması. Eylül 2004'de Adalet Bakanının Meclise bu konuda yaptığı açıklama bu gerçeği yansıtıyor: ""Şu tasarı, yarım yüzyıllık çokpartili hayatımız içerisinde, belki de ilk defa Parlamentonun kendisinin yaptığı bir tasarıdır; bunu, kimsenin gözardı etmemesi lazım." Mecliste yürütülen siyasetin geleneksel olan çatışmacı olan tabiatındaki bu dönüşümü "belki de bu meclisin en önemli başarısı" olarak nitelendiriyordu.

Yeni Ceza Kanunun itibarı Başbakan Erdoğan'ın son aşamada evlilik dışı ilişkinin suç sayılmasına yönelik girişimi ile zedelendi. Yabancı basında bu girişim, İslami aile yasasına dönüş çabası şeklinde yorumlandı; gerçekte 1926'dan 1996'ya kadar varolan hukuki düzenlemeye dönüş olacaktı(hatta kadınlar için 1998'de ancak evlilik dışı ilişki suç olmaktan çıkarıldı). Bu yalnızca İslamcı komplo olarak da yorumlanamaz: kadın kuruluşları CHP'nin Başbakanın ağzından çıkan bu öneriyi başta desteklediğini görünce şaşkınlık geçirdiler. Bu girişim, reformu bu noktaya getiren ve Adalet Bakanının övgüyle sözetmiş olduğu uzlaşmacı niteliğine de ters düşmüş oldu. Üstüne üstük başarısız bir girişim olmuş oldu. Türkiye ve Avrupa'da yükselen sesler, sert tepkileri de beraberinde getirdi ve Başbakanın yasa önerisinin geri çekilmesine sebep oldu. Bu olay tabıatıyla ağızlarda biraz buruk bir tat bıraktı.

Yine de, 2004 Ceza Yasası kadın hareketinin, hükümetin ve muhalefetin son derece önemli bir başarısını teşkil ediyor. 1920'lerde gerçekleştirilen reformların aksine bu yasa mecliste yaşanan sürece dahil olan yoğun fikir alışverişi, sivil toplum katılımı ve medyanın takibi altında geçirildi. Bu sadece Türk kadınları için değil, Türkiye demokrasisi için de bir zaferdir. Yeni Ceza Kanunu ile Türkiye'deki kanuni çerçeve ataerkil-sonrası devreye ilk adımlarını atıyor.

IV. GERÇEK DEĞİŞİM VAR MI?

Kanun, toplumsal değişim için önemli bir araç ama sihirli değnek değil. Vatandaşların yeni yasal çerçeveden yararlanmalarını olanaklı kılmak ve farkındalığı arttırmak için yeterli kaynağa sahip resmi girişimler gerekli. Bunlar olunca bile, kanunun etkilerinin tüm toplum nezdinde hissetilmesi uzun yıllar alabiliyor.

ESI, araştırma sırasında 2005'e ait Emniyet istatistiklerinde suçların tanımının yeni yasaya uyarlanmadığının örneklerine rastladı; suç verilerinde "evlenme vaadiyle kızlık bozma" gibi artık suç sayılmayan durumların listelere eklenmesi gibi.

Güneydoğu Anadolu'da ailesinden şiddet gören kadınların, acil yardım başvuruları olmasına rağmen bazen mahkemelerin aylarca hükme varmadığını gözlemledik. Ülkenin birçok yerinde yeni kanunların içeriği ve uygulaması konusunda yeterli bilince sahip olmayan hâkimler ve savcılar var.

Peki, Türkiye cinsiyet eşitliği konusunda gerçekten ne kadar ilerlemiş sayılır? Raporun bu bölümü hükümetin bazı girişimlerine ve Türk toplumunun farklı kesimleri üzerinde bu girişimlerin etkisini inceliyor. Yasal değişiklerin uzun bir yolun ancak ilk adımını oluşturduğu netçe görülüyor. Bu bölüm ayrıca Türkiye'deki karar alıcıların karşı karşıya olduğu en önemli güçlüklerden birine dikkat çekiyor: Avrupa'nın en büyük ülkelerinden olan Türkiye demokrasisinin post-modern yaşamdan feodal nitelikli aşiret yaşamına kadar çok çeşitli kültürel birikim ve hayat tarzını barındırması.

A. Van'ın Kadınları
1. Songül'ün Hikayesi

30 Ekim 2006 günü 22 yaşındaki Songul A. , Van'da Özalp ilçesindeki bir köyden abisiyle birlikte bir avukatla görüşmek için yola çıktı. Kırsal alanlarda yaşayan yüzbinlerce kız gibi Songül'ü, ailesi doğunca kayıt altına almamıştı. Songül'ün varlığı devlet tarafından resmen bilinmiyordu. Okula gitmemişti, okuması yazması yoktu.

Songül, kocası Mehmet mevsimlik iş için bölgeden ayrıldığı zaman komşusu Mehmet tarafından tecavüze uğramıştı. Kocasının bir akrabası olan Bahattin, olayı duyunca Songül'ü iki gün ahıra bağlayıp işkence etmişti. Sıklıkla görüldüğü gibi kadın tarafı kocasının namusu lekelendiği için mağdur değil suçlu sayılıyordu.

Namus meselelerinin çözümü için kullanılan geleneksel yöntemlerin biri devreye sokulmuş, 'adalet' tesis etmek ve aşiretlerarası olası kan davası engellemek için bir ihtiyarlar meclisi toplanmıştı. Bölgenin genelinde olduğu gibi Özalp'ın da sosyal yapısının merkezinde aşiret düzeni olduğundan, önem verilen mevzu, Songül'ün kocası Mehmet ve ailesinin namusunun nasıl temizleneceğiydi. Hemen toplanan heyet, uygun çözümün Songül'ün evliliğinin sonlandırılması ve tecavüz edenin 16 yaşındaki kızının Mehmet'e karşılık olarak "verilmesi" olduğuna kanaat getirmişti.

Songül bunun üzerine babasının evine, Günyüzü köyüne gönderilmişti. Fakat Songül tecavüzün sonucunda hamile kalmış ve köyde insanlar konuşmaya başlamıştı ve bu Songül'ün hayatinı tehlikeye atıyordu. Ağabeyisi bu yüzden Songül'ü Özalp'te ailenin tanıdığı bir avukata götürmeye karar vermişti.

Avukat ile birlikte Özalp'teki savcıya gidildi. Songül, tecavüz sonucu hamileliğini ve aile namusunun temizlenmesine yönelik girişim olabileceğini anlattı. Savcı, jandarmadan Hüseyin'in ve Songül'e kötü muamele yapmış olan Bahattin'in sorgulama için getirilmesini talep etti. Fakat Songül'ü koruma altına alacağına ailesini kendisine zarar vermemeleri yolunda uyararak genç kadını babaevine geri gönderdi.

Savcı, Türkiye'nin batısından, Afyon'dandı ve Özalp'a yeni tayin olmuştu. Songül'ün avukatına göre, başka bölgelerden olan devlet görevlileri çoğu kez yerel aşiret yapısı ve geleneklerini anlamıyorlardı. Avukat, ayrıca kendisinin arkasında kuvvetli bir aşiret olmasa Songül'ün vakasını alamayabilecegini belirtti. Suçlanan kişilerin mensubu olduğu aşiretten karşı tarafın avukatına tehdit yöneltilebiliyor ve başka sorunlarla karşılaşılıyor.

Van'da kadınlarla ilgili konularda faal olarak çalışma yapan Zozan Özgökçe, Songül'un başına gelenleri medya aracılığıyla duydu ve hemen endişeye kapıldı. Bir ay kadar önce Van'ın başka bir köyünden gelen ve evlilik dışı çocuk doğuran bir genç kadını bir savcı, uyarılara rağmen koruma altına almayınca, kadın, dört gün içinde ağebeyisi tarafından öldürülmüştü. Bu olayda da savcı, ailesinin kızlarına zarar vermeyecekleri sözüne güvenerek kızı babaevine iade etmişti.

Songül'ün de hayatının tehlikede olabileceğinden endişe duyarak Özgökçe, Van'daki yetkili kurumlara yöneldi. İl sosyal hizmetleri ve kolluk kuvvetlerini aradı, "ancak savcının talimatıyla devreye girebilecekleri" yanıtını aldı. Pazar günüydü; Cumhuriyet Savcısına da, valiye de ulaşamıyordu. Son çare olarak yakın zaman önce bölgede töre cinayetleri konusunda bir belgesel üzerinde çalışmış olan gazeteci Fatih Çekirge'yi aradı. Çekirge aynı akşam Habertürk'te canlı yayın programına katılacağını söyledi ve konuyu gündeme getirmeye söz verdi. Nitekim sözünü yerine getirdi. Provokatif sözlerle Van Valisi'nden yardım istedi:

"Görelim bakalım devlet gerçekten de var mıymış!" gibi bir ifadeyle meseleyi dile getirdi. Hemen sonuç alındı. Jandarma derhal olay yerine gitti ve hem Songül'ü hem de karşılık olarak Songül'ün kocasına verilen genç kızı ailelerinin yanından uzaklaştırarak korumaya aldı.

Her iki kadın şimdi başka bir ilde koruma altında. Hüseyin ve Mehmet'in tecavüzden davası sürüyor, rızasını almadan genç bir kadını evlendirdikleri için ihtiyar heyetine karşı da davalar açıldı.

Songul'ün başına gelen dramatik olaylar münferit vakalar değil. Emniyet verilerine göre Türkiye'de 2000 ile 2005 yılları arasında 1,091 namus cinayeti gerçekleşti. Bu sayıya yalnız

Türkiye geneli polis sorumluluk bölgesinde olanlar dahil. Meclis Töre Cinayetleri'ni Araştırma Komisyonu'nu raporu, 2005'de "kadına yönelik şiddet alanında veri tabanı oluşturulmadığını", "bulguların birbiri ile uyumu, karşılaştırılabilirliğinin sağlanmadığını ve "İstatistiki veri üretiminde boşluklar bulunduğunu" kabul ediyor.

2."Bakalım Devlet Gerçekten Var mı!"

Van'daki birçok kadın için şiddet güncel yaşamın bir parçası. Anketlerde kadınların yüzde 82'sinin 'sıklıkla' veya 'çok sık' şiddete maruz kaldığı bulgusu ortaya çıkıyor. Kadınların yüzde 53'ü kocalarından şiddet, yüzde 30'u kaynanalarından şiddet gördüklerini söylüyor. Aile içi şiddeti evden izinsiz çıkmak, cinsel birlikteliği reddetmek veya eve geç kalmak gibisebepler tetikliyor.

Van'da kadına yönelik şiddetin yüksek oranını anlamak için çevredeki kültürel, sosyo-ekonomik ve siyasi koşullarına da bakmak lazım. Anadolu'nun en doğusunda, İran sınırında yer alan Van, Türkiye'nin en fakir illerinden biri. Türk Silahlı Kuvvetleri ile terrörist PKK örgütü arasında Güneydoğu'da 80li yıllardan beri silahlı çatışmalar sonucu yerinden edinilen insanlar arasından yoğun göç alan Van'da muazzam sosyal ve ekonomik değişim yaşandı. Bu süreçte Van'ın nufüsü yaklaşık dörtte bir arttı. Bu bağlamda, kentsel yerleşim birimlerinde bile köy yaşam tarzı devam ediyor. Topraklarından kopup gelenler yaşamlarını düzensiz mevsimlik çalışma ile idame ettiriyor. 1998'de kurulan organize sanayi bölgesinde faal 27 işyeri var – diğer 73 alan ya boş ya da inşaat altında. 1 milyondan fazla kişinin yaşadığı bu ilde sanayide çalışan sayısı 7000'in altında. Kişi başına gelir ayda sadece 55 dolar. Bütün sosyo-ekonomik kalkınma ölçütlerine göre Van, Türkiye'de yoksulluk listelerinin en başlarında kalıyor.

Bu derece fakirlik karşısında toplumsal koruma ve kontrol mekanizması görevini geniş aileler üstleniyor. Van'da, ortalama hanehalkı 7.4 kişiden oluşuyor. Kadınların çoğu evde çocuklara ve yaşlılara bakmak ve evişi yapmak durumunda kalıyor. Kızlar erken yaşta evleniyor –yaklaşık yarısı 16 ile 20 yaş arasında– ve çoğu kez aile bağı olan biriyle evlendiriliyor.

İldeki erkeklerin yüzde 16'sı ve kadınların yaklaşık yarısı okuma yazma bilmiyor. Van'da üniversite var; ama ilkokulu bitiren öğrencilerin sadece üçte biri okumaya devam ediyor. Bu unsurlara bir de geçinmeye yönelik tarımın yaygınlığı, yakın zaman önce aniden yaşanan şehirleşme, düşük gelir, büyük aile, zayıf eğitim eklenince ortaya derin bir muhafazakârlık tablosu çıkıyor. Bu ortamda hem kadınlar hem de erkekler kadının yeri ve erkeğin namusuyla ilgili geleneksel görüşlere tutunuyor.

Fakat Van'da bile Songül'ün öyküsünde olduğu gibi bazı değişim örnekleri filizleniyor… Zozan Özgökçe gibi bir sivil toplum temsilcisinin etkili olabilmesi, nispeten yeni bir gelişme. Özgökçe ile beraber 6 kadın aile içi şiddete maruz kadınlara yardım etmek amacıyla 9 Nisan 2004'de, VAKAD'ı (Van Kadın Derneği) kurdu. 10 çalışan ve 30 gönüllü ile eğitim veriyor, kılavuzluk yapıyorlar. Amaçları arasında Kürt kadınların devlet kurumlarına başvurma çekincelerini gidermek de var. (çünkü bölgedeki birçok Kürt kadın Türkçe bilmiyor) WWHR tarafından yapılan bir çalışma Doğu Anadolu'da kadınların yüzde 57'sinin aile içi şiddete maruz kaldığını fakat sadece yüzde 1.2'sinin polise başvurduğunu ve sadece yüzde 0.2'sinin dava açtığını ortaya çıkarıyor.

Van'da bu gibi işler yapan tek kurum da VAKAD değil. Van'ın merkezinde açılan ilk kadın STK'sı olan Yakakop, kadınlar için sağlık üzerine seminerler ve çeşitli beceriler kazandıran eğitimler düzenliyor."Benim ailemde benden evvel hiçbir kadın yanında erkek olmadan evden çıkmazdı" diye hatırlıyor Gülmay Ertünen. Ertünen, şimdi Yakakop'un başında. Yakakop küçük bir Dünya Bankası hibesi ile yola çıkmıştı. Aylar boyunca kocalar eşlerinin eğitimlere katılmasına izin vermedi. Fakat sonunda imamın da yardımıyla Yakakop'un zararlı olmadığına ikna oldular.

Bu gibi çalışmalar için siyasi hava da zorluk yaratıyor. Zozan Özgökçe, Kürtlerin kültürü ve yaşamına özgü tecrübe edilen sıkıntıları dile getirdiğinde, İstanbul ve Ankara'daki bazı kadın kuruluşlarının karşı çıktığını açıklıyor."Bana mağduriyet hierarşisi yaratmamamı, hepimizin kadın olarak sorun yaşadığımızı ve sorunlarımızı tek sesle ifade etmemiz gerektiğini söylüyorlar" Öte yandan VAKAD, özellikle Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumlardan destek aldığı için, kimi zaman misyoner olmakla veya yabancıların çıkarlarına hizmet etmekle suçlanıyor. Mesela, CEDAW'nun NewYork'daki toplantısından dönerken başka STKların broşürlerini ve kitaplarını taşıyan Özgökçe'nin, Van'a bavulunda Incil getirdiği iddia edildi. Muhafazakâr çevreler ise onu aile bağlarını zayıflatmakla veya köylerinin Türkiye'deki itibarına zarar vermekle suçluyor. Bazen yardım ettiği kadınların ailelerinden de tehdit alıyor.

Resmi kurumların Songül vakasına tepkisi de değişim göstergesi çünkü yasal ve kurumsal reformların yerel düzeye intikal etmesinin ne kadar uzun sürebileceğine ışık tutuyor. 1998 senesinde yürürlüğe giren aile içi şiddet üzerine 4320 Sayılı Kanun savcıların savcıların koruma tedbiri almasına olanak sağlıyor. Evde kalmasında sakınca olan kadınlar için sığınma evi olanağı bulunuyor. Bu uygulama yeni yeni kadınların hayatını etkiliyor. Songül'ün avukatının dediği gibi:

"Koruma tedbiri buralarda uygulanan bir yöntem değil… .Bu davayı kaybedersem bile bir başarı sözkonusu olacak. Çevredeki herkes böyle durumlarda kadınların korumaya alınabileceğini öğrendi."

Kırsal kadınlardan başvuru nadir gerçekleşiyor çünkü bilgi almıyorlar ve ulaşım sorunu yaşanıyor. Savcılar çoğu kez erkeğin evden uzaklaştırılması gibi tedbirler almaya çekiniyor zira bu şiddetin daha sonra artmasına sebep olabiliyor. Aşiretlerin gayriresmi gücü de yadsınamaz. Aileyi Koruma Kanunu'nun sadece imam nikâhı ile evli olan çiftler –ki bazı tahminlere göre bu, "evlilik"lerin yüzde 20'sine varan bir oran– için geçerli olması, bu kanunun gerekip gerekmediğine dair soru işaretleri ortaya çıkarıyor. WWHR'un bulgularına göre 1996 yılında kadınların yüzde 11'i çokeşli bir aile yapısı paylaşıyorlar – ki bu 1926'dan beri yasak. Resmi olmayan evlilikler mahkeme tarafından tanınmadığı için bu kadınların çoğu için yeni kanunlar bir anlam ifade etmiyor.

Diğer sorunlar, devlet kurumları arasında zayıf koordinasyon ve uygun bir sığınma evinin yokluğuydu. Şimdi bir sığınma evi kuruluyor. Valilik kadınlara karşı şiddetle mücadele için kurumlararası işbirliğini güçlendirmek amaçli bir izleme komitesi kurdu. Ayrıca Eylül 2005'de Van'ın ilk Aile Mahkemesi kuruldu.

Bu girişimler merkezi hükumetten gelen bazı talimatların da bir sonucu. 2006 yazında Başbakan imzalı bir genelge "Kadın ve çocuklara karşı şiddeti önleyici, töre ve namus cinayetlerini engelleyici önlemler alınmalıdır" ifadesini içeriyordu. Bu genelge Mayıs 2005'de kurulan ve AKP milletvekili Fatma Şahin tarafından başkanlığı yürütülen 12 kişilik bir meclis komisyonunun sonuçlarına dayanıyordu. Komisyonun raporu ulusal bir kadın statüsü ve şiddetle mücadele için bir ulusal stratejinin gerekliliğine işaret ediyor ve cinsiyet eşitliğinin sağlanması için pozitif ayrımcılığın gerekli olduğunu ifade ediyor. Bu girisimlerin Van gibi bir yerde bir fark yaratması için daha çok gayret sarfedilmesi gerekecek.

B. Kadıköy'ün Kadınları

Anadolu'nun diğer ucunda, Van'dan coğrafi, kültürel ve ekonomik açıdan çok uzak olan, İstanbul'un en zengin ilçelerinden biri Kadıköy bulunuyor. Bu ilçe, ülkenin yönetici sınıfının en gözde yerleri arasında. Bağdat Caddesi boyunca varlıklı müşterileri çekmek için rekabet eden uluslararası markalar, Marmara denizi sahilinde lüks yelken kulüpleri, birbirinden şatafatlı kafeler ve bu kafeleri dolduran genç profesyoneller bulunuyor. Van dünyadan soyutlanmış bir izlenim yaratıyorsa, Kadıköy, bu görüntünün tam tersi, bir ulaşım merkezi olarak karşımıza çıkıyor ve gemiyle, trenle, otobüsle Türkiye'nin her köşesine bağlanıyor. Alternatif müziğin yaşam tarzları ve Fenerbahçe futbol kulübüne ev sahipliği yapan Kadıköy'ün nüfusu 660,000 ve bu rakam bazı AB üye ülkelerinden bile fazla. Bu ayrıcalığın farkında olan Belediye'nin sloganı da bir o kadar renkli: 'Kadıköy'de yaşamak bir ayrıcalıktır."

Peki, 2007 senesinde Kadıköy'de kadınlar nasıl yaşıyor? Kadıköy'de oturanların yüzde 95'i okuryazar, beşte biri üniversite mezunu. Kadınların işgücüne katılımı her geçen gün artıyor ve daha fazla kadın idari konumlarda yer buluyor, yöneticilik yapıyor. Kadınların çoğu evliliği ve çocuk sahibi olmayı geciktiriyor, bu sebeple ortalama aile sadece 2.4 kişiden oluşuyor. Avrupa'daki değişimi yakından takip eden Kadıköylü kadınlar, senelerdir Türkiye'deki kadın hareketinin öncüleri arasında yer alıyor, birçok gönüllü kurum kuruyor. Kadıköy Belediye Başkan Yardımcısı İnci Beşpınar durumu şöyle izah ediyor:

"Kadıköy, kadınlara toplumsal konumlarını sorgulama imkanı sağladı. Kadınlar bazı soruları yöneltebilmek için ihtiyaçları olan para ve zamana zaten sahipti. Ayrıca dış dünya ile temasa geçmeleri için gerekli yabancı dil ve farklı kültürlere da sahip insanlar Kadıköylü kadınlar. Yurtdışındaki kadın dernekleri ile uzun zamandır yakın temas var. Yurtdışındaki toplantılara katılanların dönüşünü, gördüklerini ve kadın konusu üzerindeki farklı yaklaşımları bizimle paylaşmasını dört gözle beklerdik. Zaman, para ve kültür… bunlar tarifteki üç malzeme."

Hem 1994'den beri CHP yönetimindeki belediye hem de özel sektör, orta sınıf ailelerin artan parasal gücü ve taleplerine hızla uyum sağladı. İlk çoçuk bakım kurumu 1989/90 yılında kuruldu. Şimdilerde ise yaklaşık 5 kreş ve 38 özel anaokulu var. Önce, yaşlıların profesyonel bakıcı kurumlara yerleştirilmesine toplumda olumsuz bakılıyordu fakat bu yaklaşım zamanla zayıflamaya başladı (kimileri bu gelişmeyi yine de batı dünyası değerlerinin davetsiz yayılımı olarak algılayabiliyor). Günümüz Kadıköy'ünde yaşlılar için 17 huzur evi var (5'i devlet, 12'si özel). Bir başka tartışmalı toplumsal gelişme ise boşanma oranının, hala oldukça düşük de olsa, artmaya başlaması. Kadıköy'de AB etkisi ile gerçekleşen reformlar çerçevesinde Ocak 2003'den itibaren açılmış beş aile mahkemesi var. Bu mahkemeler Türkiye'nin başka yerlerindekilere nazaran oldukça donanımlı; mahkemelerde psikolog, sosyal hizmet uzmanları, pedagog mevcut. Ülkedeki 157 aile mahkemesinin çoğu henüz bu denli donanımlı bir kadroyu bünyesinde barındırmıyor.

Orta sınıf mensup kadının güçlenmesi, Kadıköy'ün öyküsünün sadece bir yüzü. Van'da olduğu gibi nüfusun son onyıllarda patlama yaşadığı bir ilçe Kadıköy. 1970 yılında 241,000 olan nüfus, 2000 senesinde 660,000'e dayandı. Nüfustaki artış, büyük oranda şehirleşmenin ürünüydü; bakacak olursak şu anda Kadıköy'de oturanların yüzde 60'ı İstanbul dışında doğanlardan oluşuyor. Fakir göçmenler E5 karayolu boyunca uzanan gecekondu mahallelerinde yaşıyor ve Kadıköy nüfusunun yaklaşık yüzde 10'unu oluşturuyor. Bu mahallelerde yaşayan kadınlar geniş oranda okur yazar olmayan, iş bulma olanağı düşük ve sosyal yardıma bağımlı kadınlar olarak birçok sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Peki, maddi imkanları nispeten çok olan bir belediye bu sorunlarla nasıl başa çıkıyor?

Kadıköy'ün Belediye Başkan Yardımcılarından İnci Beşpınar'ın yaşamı Kadıköylü kadınlar arasında yaygın olan bazı özellikleri simgeler nitelikte… Bir yandan ofisinin köşesinde bir grup kadın kültürel bir proje tasarlıyor, diğer yandan telefonu mütemadiyen çalıyor. Ofis kapısının ardında bir ekip, uzun bir sıra oluşturmuş insanlara destek olmaya, ihtiyaçlarına yanıt vermeye çalışıyor.

Beşpınar'ın yaşamına bakarak bir nesilde İstanbul'daki kadınların imkânlarının ne kadar arttığını anlamak mümkün. Eski bir İstanbul ailesinin en büyük kızı olarak babasının teşviki ile Beşpınar, Ankara'da ekonomi üzerine üniversite eğitimini almaya gitti. Eylemlere katılımından dolayı okuldan uzaklaştırıldı, İstanbul'a döndü. 1973 ve 1975'de olmak üzere iki kız çocuğu dünyaya getirdi. Önceleri kaynanası çocuk bakımında yardımcı oldu fakat 1976 yılında vefat edince Beşpınar'ın çalışma imkânı da ortadan kalktı. 1977 yılında aldığı iş teklifini bu sebeple değerlendiremedi. Belediye'nin ilk anaokulu 1989 yılında açıldı.

Beşpınar, 1994 senesinden beri özellikle kırsal yaşamdan gelip Kadıköy'e yerleşenlere hizmet vermeyi amaçlayan Aile Danışma Merkezlerinin kurulamasında etkin rol oynadı. Bu merkezler dar gelirli ailelerdeki kadınlara sağlık hizmeti veriyor ve kent yaşamına katılmalarına imkân sağlayacak meslek eğitimleri düzenliyor. Bugün Kadıköy'de bu merkezlerden 10 tane var, ayrıca iki Meslek Eğitim Merkezi bulunuyor. Aile Danışma Merkezleri, sahadaki varlıkları sayesinde ihtiyaç içinde olan kadın ve çocukların tespit edilmesi konusunda rol oynuyor, belediyenin yardımlarının yönlendirilmesine önayak oluyorlar.

Belediye sınırları içindeki sakin bir sokakta, Kadıköy'ün dinamik belediye başkan yardımcısının bir başka girişiminin sonucunu bulabilirsiniz. 2001'de bir kadın, Beşpınar'dan koruma talep etti. Birkaç gün sonra Beşpınar bu kadının balta ile kocası tarafından öldürüldüğünü duydu. İki uykusuz geceden sonra Beşpınar tehdit altındaki kadınların sığınabileceği bir yapının kuruluşu için çalışmalar başlattı. Dünya Bankası kaynaklı olarak devletten destek alındı, kaymakamlık üzerinden sığınma evindeki personel maaşı karşılandı. Hemşire, psikolog, yarı zamanlı doktor, yönetici istihdam edildi. Bugün Kadıköy Belediyesi, sığınma evi binasının kirasını karşılıyor ve pek çok ayni yardım sağlıyor. 15 yatakla başlayan kapasite her sene artıyor. Son üç yılda 437 kadını ve 269 çocuğu barındıran sığınma evi büyüyünce yeni bir yere geçti, şu anda iki mekâna sahip.

Kadıköy'deki yerel CHP idaresi, görev süresince gerçekleştirdiği hizmetlerle Türkiye'de bir standart oluşturdu. BM'ye göre her 10,000lik nüfus için bir yataklık sığınma evi kapasitesi olması gerekiyor. 660,000 kişilik Kadıköy'de 75 yatak kapasiteli sığınma evinin oluşu bu hedefin yakalandığı anlamına geliyor. Fakat Türkiye geneline bakacak olursak, her 144,000 kişi için bir sığınma evi yatağı bulunuyor. Türkiye'deki belediyelerin çoğu, 2003 yasasında belirtirlmesine ragmen, kadınlar için sığınma evi açmayı öncelik haline getirmiyor.

Kadıköy'de yaşanan refah ve modern yaşam tarzına bakınca bu denli farklar barındıran bir ülkede bu kadar merkezileşmiş idari yapılarla hizmet sağlamanın zorlukları akla geliyor. Bir yanda Kadıköy'deki meslek sahibi başarılı kadınlar, öte yandan Van'da okuması yazması olmayan kadınlar. Türk demokrasi, bu iki kesimin seslerinin duyulmasını sağlayabilmeli, temsil edilmelerine olanak sağlamalı.

C. Türkiye'de Cinsiyet Eşitsizliği

Cinsiyet temelli eşitsizliklerin ölçümü kolay değildir, fakat bir takım uluslararası kurumlar bu konuyu verilerle tanımlamak, sayılara dökmek için modeller geliştiriyorlar. Bunlardan biri de dünya nufüsünün yüzde 90'ını kapsayan 115 ülkenin değerlendirildiği Dünya Ekonomik Forumu. Bu çalışmanın vardığı sonuç Türkiye için çarpıcı bir uyarı niteliğinde: Türkiye Bahreyn, Cezayir, Etyopya gibi ülkelerden sonra, 105. sırada yer alıyor. En kötü durumdaki AB ülkesi olan Kıbrıs ise 83. sırada yer almakta. Bu üzücü sıralamanın arkasında yatan sebep nedir, ve bu sıralama Türkiye'deki kadınların gerçek durumunu yanıstıyor mu?

Tablo 2: Küresel Cinsiyet Farklılıkları Endeksi, 2006

1.                    İsveç
2.                    Norveç
3.                    Finlandiya
4.                    İzlanda
5.                    Almanya
6.                    Filipinler
7.                    Yeni Zelanda
8.                    Danimarka
9.                    Büyük Britanya
10.                  İrlanda
11.                  İspanya

[…]

[…]

97.              Cezayir
98.              Hindistan
99.              Mali
100.            Etiyopya
101.            Birleşik Arap Emirlikleri
102.            Bahreyn
103.            Kamerun
104.            Burkina Faso
105.            Türkiye

[…]

 

Bu değerlendirme dört farklı alanı içeriyor: İşgücüne katılım, eğitim seviyesi, sağlık, ve siyasi güç. Türkiye'nin zayıf konumunu değerlendirmek için iki farklı Avrupa ülkesinin detaylı rakamları ile karşılaştırmakta fayda var: İspanya (sıralamada 11. ) ve Bulgaristan (37. ). Türkiye yüksek öğrenim konusunda düşük puanlara sahip bir ülke. Siyasete katılım konusunda da kadınların durumu oldukça kötü. Çalışmanın ulusal düzeyde siyasete katılımı ele alması aslında Türkiye'de kadınların siyasete katılımını yerel siyasetin dahil olduğu çalışmalara nispeten daha iyi gösteriyor. Belediyelere göz atacak olursak Türkiye'deki 3234 belediye başkanının sadece 18'inin, yani yüzde 0.56'sının kadın olduğunu görürüz – ki bu konuda Avrupa ortalaması yüzde 20. Yine de, en çarpıcı rakamlar kadınların işgücüne katılımı alanında.

Tablo 3: Türkiye'deki Cinsiyet Farkı

Değişken

İspanya

Bulgaristan

Türkiye

Kadın iş gücü katılımı

45 %

41 %

28 %

Kıdemli yönetici ve idareciler

30 %

30 %

6 %

Meslek sahipleri ve teknik alanda çalışanlar

47 %

34 %

30 %

İlkokula kayıt oranı

99 %

95 %

87 %

Lise dengi okullara kayıt oranı

99 %

87 %

-

Üniversite ve dengi okullarda kadın oranı

72 %

44 %

24 %

Meclis'te kadın oranı

36 %

22 %

4 %

Bakanlar arasında kadın oranı

50 %

24 %

4 %

 

Türkiye'de kadınların işgücüne katılımı, yüzde 28 ile AB ortalamasının yarısından az. Ama bu rakam bile gerçeği yansıtmak için yeterli değil. Gerçekte, çalışan kadınların yüzde 42'si, çoğu tarımda olmak üzere, ücretsiz aile işçisi. Kentsel alanlarda işgücüne katılım ise sadece yüzde 18.

İşgücüne katılım rakamları büyük ölçüde ekonominin yapısal özelliklerinden kaynaklanıyor. Esas olarak tarıma dayalı bir ekonomiden sanayi ve hizmete dayalı bir ekonomiye geçişte, ilk olarak kadınların işgücüne katılımı düşer. Bu değişime Güney Avrupa'da da son onyıllarda tanık olduk. Kırsal alanlardan göç eden ailelerdeki kadınların yeni ortamlarında üretim için kullanabilecekleri beceri sınırlı olduğu için evde kalırlar. Yeni nesil, kent ortamında daha fazla imkân ile büyüyecek ve değişim zamanla rakamlara da yansıyacaktır. Ancak şu anki durum, oldukça dramatik: Türkiye'deki ev kadını sayısı AB-15'in toplam ev kadını sayısının tam üç katı.

Demografik veriler bu konuda dönüşümün zor olacağına işaret ediyor. Nüfus artışı son zamanlarda yavaşlamış olsa bile mutlak sayı yüksek. 2000 ile 2006 arasında nüfus artışı hızı yarı yarıya azaldı fakat buna rağmen aynı dönemde 6,1 milyon kişilik artış oldu - bu, yılda 1 milyonluk bir artış demek. Her sene işgücüne katılan kişi sayısı, işgücünden ayrılan kişi sayısından çok daha fazla. Bu sebeple "çalışan yetişkin oranının şu anki düşük seviyesinde bile muhafaza edilmesi için net olarak her sene beş milyon ilave iş bulunması lazım" Bunun üzerine bir de cinsiyet farklılıklarının azaltılması için daha da fazla büyüme gerekir:

"Annelerinden ve anneannelerinden daha eğitimli olan genç Türk kadınları daha yaygın olarak ev dışında ücretli iş istiyorlar. 15 milyon Türk kadının çalışma evresinde olup çalışmadığını gözönünde bulundurursak, bu kesimden iş talebinin artmasının iş piyasası üzerinde zaten varolan baskıyı ne denli arttıracağını tahmin edebiliriz."

Türkiye 2001 senesinden beri senede ortalama yüzde 7 ile, ekonomik anlamda hızlı büyüyor (2006 senesinde büyüme yüzde altı olarak gerçekleşti). 2006 senesinde yabancı yatırım 15,4 milyar Euro (veya 19,2 milyar Dolar) ile rekor seviyelere çıktı. Bu bir senelik rakam, 1980 ile 2000 seneleri arasında Türkiye'ye gelen yabancı yatırımın toplamından fazla. 2007'nin ilk üç ayında yabancı yatırım 6,4 milyar Euro'ya ulaşmıştı bile. Eğer Türkiye ekonomisi bu hızla büyümeye devam ederse daha fazla kadının işgücüne dahil olması da mümkün olur.

Fakat istihdam konusunda genel resim kadınların çalışması meselesinin sadece bir yüzü. İlave bir sorun, Türkiye'de çoçuk ve yaşlıların bakımı için bulunan kurumların yetersizliği. Küresel klasmanda birinci olan İsveç'te 1960'da kadınların yüzde 70'i ev kadınıydı. 1980'lerin başına gelindiğinde ise kadınların yüzde 80'i, işgücüne katılmıştı. Aradaki zamanda yüksek büyüme oranları yakalanırken, kadınların işgücüne katılımına imkân sağlayan birçok tedbir alınmıştı- ebeveynlik izni ve devlet destekli çocuk bakım kurumları gibi kadının aile ve işi dengelemesini kolaylaştıran faktörler devreye sokulmuştu.

Verilere göre Türkiye'de, çalışan kadınların yüzde 63'ünün altı yaşından küçük çocuğu olmamasından da anlaşılacağı gibi, hem çalışmak hem de anne olmak hala çok zor. Çocuk bakım olanakları çok kısıtlı, hatta yok denilecek kadar az. Mevzuata göre özel sektör olarak çoçuk bakım hizmeti sağlayanların SHÇEK tarafından belirlenen en az iki fakir çocuğu (veya büyük kurumlar için öğrencilerinin yüzde 5'ine tekabul edecek bir sayıdaki fakir çocuğu) hizmetlerinden parasızfaydalandırma mecburiyeti olsa da Türkiye'nin genelinde bu kurala dayalı olarak özel anaokulunda hizmet alan sadece 448 çocuk var. Küçük çoçuklar için özel anaokulları olsa da bunlar birçok ailenin altından kalkabileceğinden daha masraflı. Yaşlılar için bakım temin etmek de bir o kadar zor. Ağustos 2006 itibarıyla Türkiye'deki bütün huzurevlerinin toplam kapasitesi 18,849 idi.

Tablo 4: Türkiye'de Kadın ve Erkeğin Ekonomik Durumu

 

Kadın (yüzde)

Erkek (yüzde)

Çalışan

12

67

Ücret Almayan Aile Çalışanı

8

3

İşsiz

3

10

Ev Kadını

69

-

Emekli

4

15

Öğrenci

1

3

Hasta/Özürlü

2

2

 

Toplum genelindeki yaklaşım kadınların evde kalmasını teşvik eder nitelikte. Ama bunun etkisi yapısal ve kurumsal engeller kadar kuvvetli görünmüyor. Batı Avrupa'da kadınların çalışması konusunda önyargılar işgücüne daha fazla kişinin katılmasının gerekli olduğu sanayileşme ve hızlı büyüme dönemlerinde yıkıldı. Benzer bir pragmatik yaklaşım 1915'de Osmanlı yetkililer tarafından da sergilendi. Birinci Dünya Savaşında, erkeklerin çoğu asker olunca, yeni bir yasa çıkarıldı: "mecburi hizmet zorunlu kılındı ve kadın işçi sayısı hızla arttı." Ülkenin çıkarı uğruna ataerkil önyargılar bir kenara itildi. Geçmişte Avrupa'da olduğu gibi Türkiye'de de ekonomik büyüme ve işgücündeki artan ihtiyaç sonucunda kadınların işgücüne katılım oranının artması muhtemel. Şimdi bile Türklerin dörtte üçü kadınların kariyer sahibi olup yönetici konumlara gelmesini uygun buluyor.

Bir başka zorluk ise eğitim alanında kadın-erkek farklılığının giderilmesi. Teorik olarak ilkokul okumak hem zorunlu, hem de bedava fakat 2002 senesinde 6–14 yaş arasında yaklaşık 873,000 kız ve 562,000 erkek çocuğun okula gitmediği tahmin ediliyor. Doğu Anadolu'nun kırsalında kız çocukları kimi zaman doğunca aileleri tarafından kaydedilmediği için devlet onlara uzanamıyor, okula gitmeyenler arasında sayılmıyorlar.

2003 senesinden beri okula gitme oranlarını yükseltmek için çeşitli girişimler sürdürülüyor. Haydi Kızlar Okula kampanyası ilkokula kaydolma oranını yüzde 100'e çıkarmayı hedefliyor. Öğretmenler, köylerde muhtar ve imamla beraber ailelerin kız çocuklarını okula göndermeleri için ikna etmeye çalışıyor. 2006 senesine kadar bu kampanya çerçevesinde yapılan 273.000 temas sonucunda 223.000 kız çocuğu okula yazıldı. İlaveten okula gönderilen her çocuk için maddi katkı sağlanıyor. Kız çocukları için daha yüksek olan bu meblağ, annenin adına açılmış bir banka hesabına yatırılıyor. Fakir aileler için bu destek önemli bir fark yaratabiliyor.

Bu tür çalışmalar sonucu eğitim düzeyi gerçekten de yükseliyor; her nesilde kadınlar annelerinden daha fazla eğitim alıyor. 20–24 yaş aralığında kadınların yüzde 34'ü lise veya üniversite mezunu. 40–44 yaş aralığındaki kadınların ise sadece yüzde 16'sı ve 60 yaş kadınların yüzde 3'ü bu eğitim kategorisinde yer alıyor. Eğitime ayrılan bütçe 1995'de GSYİH'ın yüzde 2,3'ten 2005 senesinde yüzde 3,8'e kadar tırmandı. Bu anlamda Türkiye'nin önünde zorlu bir yol var: her sene bir milyon ilave öğrenciye okul hizmeti sağlamak.

Hızlı değişimin sağlanabileceği tek alan kadınların siyasete katılımı. 2002 genel seçimlerinden sonra 550 milletvekili koltuğunun sadece yüzde 4,4'üne kadınlar oturdu. Meclisteki 24 milletvekilinin 13'ü AKP'li, 11'i CHP'li. Türkiye, bu oranlarla 119 ülke arasında 114'üncü, ve Avrupa içinde açık ara en gerideki ülke. Türkiye aynı zamanda kadın bakan sayısı göz önünde bulundurulduğunda Avrupa'daki her ülkenin gerisinde kalıyor.

AKP'nin kadın kolunda 800,000 üye var. Birçoğu çeşitli eğitimler alabiliyor. Fakat milletvekili Fatma Şahin'e göre, parti teşkilatı erkek-egemen."Önseçimlerde erkekler kadın adaylara karşı birlik oluyor. Önseçimden sonra ise kadınlarda artık devam edecek özgüven kalmıyor." Erdoğan, parti teşkilatının yönetim birimlerinde kadın sayısının yüzde 20 olması gerektiğini ifade etti. Bu sözlü hedef sonra yüzde 30'a yükseltildi. İstanbul ilinde yürütme kurulunda yüzde 35.7, yönetim kurulunda yüzde 27 oranları hayata geçirildi. Fakat Anadolu'nun çoğunluğunda parti hedefine ulaşamıyor– kalifiye aday bulmakta zorlanıldığı öne sürülüyor.

2007 yılında kadın kuruluşu KADER, ünlü kadınların sahte bıyık takmış fotograflarının yayınlandığı bir ulusal kampanya yürüttü; 'kampanyanın cümlesi ise 'Seçilmek için illa bıyıklı mı olmak lazım' idi. Mecliste kadın oranının arttırılması için kota ihtiyacı olduğu iddiası kuvvetli. Milletvekili Gaye Erbatur kadınların seslerini duyurmalarının zor olduğunu ifade ediyor.

"Bir kadın olarak kendimi siyasette yalnız hissedebiliyorum. Genel kurul'a girince yüzlerce bıyıklı erkek görüyorüm. Daha fazla kadının siyasete girmesi için kota uygulanması gerekiyor. Farklı bir yöntemle meclisteki kadın sayısının arttırılabileceğine kimse beni ikna edemez."

AB parlamenteri Emine Bozkurt Mayıs 2007'de ise durumu şöyle ifade etti:

"Tüm siyasi parti temsilcileri siyasette daha fazla kadın olması gerektiğini ifade ediyorlar. Bazıları kotaya karşı, bazıları kota taraftarı. Şu anda kota uygulanmıyor fakat siyasi partilerin siyasete daha fazla kadın dahil etmelerinin önünde bir engel de yok. Kısaca, dilerlerse, yapabilirler."

Başörtüsü takan kadınlar ise ilave sıkıntılar yaşıyor. Başörtüsü takmak kamu kurumlarında çalışan kadınlar için yasak; Milletvekili olmaya ve üniversitede okumaya engel. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okuyan (Ekonomiden Sorumlu Bakan ile AB başmüzakerecisi Ali Babacan'ın halası olan) Hatice Babacan başörtüsünden dolayı üniversiteden atılan ilk kadınlardan biriydi. O zamanlarda (60ların sonları), pek az başörtülü kadın üniversiteye gitmeye çalışıyordu. Fakat 1980'lerden sonra bu sorun tırmandı. YÖK yasasında 1998 yılında yürürlüğe giren Ek 16. madde ile "Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir" şeklinde yasal düzenleme vardı. Anayasa Mahkemesi 1989 yılında bu maddeyi "kamu hukuki alanındaki bir düzenlemeyi dinsel esaslara dayandırmanın" laiklik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal ettı. Bu zamandan beri başörtüsü meselesi hassasiyet ve sembolik anlam kazandı; özellikle 1997'deki postmodern darbenin ardından konu mantık temelinde daha az tartışıldı. Ayşe Böhürler (AKP) başarılı bir televizyon kariyerinin yanısıra üç çocuk yetiştiriyor ve siyasette aktif. Bu niteliklerine rağmen meclise girmesi sözkonusu olamaz.

"Başörtüsü takan kadınlar aday olamaz. Partinin il veya ilçe düzeyinde yönetimine girebilir ama belediye meclisinde yer alamaz – fakat bazı belediyeler ve ilçelerde başörtüsü takılınca sorun çıkarılmıyor. Parti teşkilatlarında başörtüsü serbest."

TESEV'in konuyla ilgili araştırmasında kadınların yüzde 37.5 başlarını kapatmadıklarını ifade ettiler; yarısı başörtüsü, yüzde 12'si türban, sadece yüzde 1'i ise çarşaf giydiğini belirtti.

Genel resme bakınca önemli girişimler gözlemlemek mümkün. Fakat başlama noktası çok geride olduğu için Türkiye'nin 97. sıradaki Cezayir'in önüne geçmesi veya AB'nin en kötü performans gösteren Kıbrıs'ına yetişmesinin en kolay yolu siyasi güç sahibi kadınların sayısını arttırmak. Çözümün bir kısmı hükümette yatıyor – eğitim olanaklarını arttırmak, çocuk bakım hizmeti sağlamak ve benzeri. Fakat cinsiyet farklılıklarının aşılmasında nufüs artış oranı, artan şehirleşme, ekonomik büyüme ve işgücü talebi gibi ekonomik ve sosyal dinamikler de önemli bir rol oynuyor. Türkiye, son senelerdeki olumlu gidişatını koruyabilecek ve Avrupa ülkelerinin yürüdüğü yolda ilerleyecekmi sorusu hala yanıt bekliyor.

V. İSPANYA'YA ULAŞMAK?

Türkiye'nin kadınlar konusunda düşük düzeyinden dolayı toplumunun Avrupa Birliği'nde yeri olmadığını düşünen Avrupalılar var. Halbuki Avrupa'nın kültürel yapısı da yakın tarihlere kadar oldukça ataerkil idi. TBMM'deki kadın oranının azlığı çok da şaşırtıcı olmamalı; İngiltere'nin Avamlar Kamerasında da ancak 1987 senesinde kadın oranı yüzde 5'i geçti. İrlanda'da evli kadınların 1973 yılına kadar kamu sektöründe çalışması yasaktı. İspanya'da 1975 yılına kadar bir kadının çalışmak için, uzun bir yola çıkmak için veya mülk satın almak için kocasının iznini alması gerekliydi. Ama görüyoruz ki bunlar değişmez değer yargıları değillermiş.

Tüm Avrupa ülkeleri arasında cinsiyet temelli farklılıkların giderilmesinde İspanya yakın geçmişte en kısa zamanda en çok ilerlemeyi yapan ülke. 1975 yılına kadar süren Franco'nun iktidarı sırasında Katolik Kilisesi İspanya toplumu üzerinde ahlak kurallarını empoze etti ve kadınların yerini sınırladı: "Kadınların istek duyabilecekleri şeyler evlenmek ve anne olmakla sınırlıydı." Boşanma da doğum kontrolu de yasaktı. Evlilikte, mal sahipliğinde ve işyerinde eşitsizlik kurumsallaşmıştı. Kadın kanunen kocasının sözünü dinlemek zorundaydı. Aile içi şiddet yaygındı fakat ailenin iç işlerine müdahele etmemek gerektiği inancıyla saklı kalıyordu. Asırlarca İspanyalı kadınlar,

"merkezinde garip bir namus anlayışı olan bir takım ahlaki kuralının mahkumu idiler… Namus sanki erkeklerin özellikle kadın akrabaları üzerinden kaybedebilecekleri somut ve objektif bir olguymuş gibi algılanıyordu."

Bir nesil sonra İspanya farklı bir kültürel evrende. Son yirmi yılda inanılmaz bir hızla kadınlar üniversitelere ve işgücüne katılarak başka ülkelerdeki hemcinslerine yetiştiler. Bugün İspanya'nın doktor ve hakimlerinin yüzde 40'ı kadın. Okul öğretmenlerinin yüzde 65'i, bakanların %50'si kadın.

Türkiye'nin İspanya'nın, İrlanda'nın ve Avrupa'nın diğer ülkelerinin adımlarında ilerleyerek erkek egemen toplumu geride bırakmaması için bir sebep var mı? Belli ki Türkiye'deki köklü sosyoekonomik değişimler kadınların statüsünde önemli değişimler meydana getirdi. Şimdiden değer yargılarında ciddi değişim gözlemlemek mümkün. 1997'de ulusal bazda bir ankete göre evliliklerin yüzde 69'i görücü usulu gerçekleşmişti. 2004 senesine geldiğimizde bu oran yüzde 54'e düşmüştü. Ve bugün evli olmayan genç Türklerin sadece yüzde 10'u görücü usulu evliliğe sıcak bakıyor.

Bir başka ilgi çekici gelişme ise TESEV'in bir araştırması sonucunda ortaya çıktı. Bir taraftan insanlar özellerinde daha dindarlar – çok veya oldukça çok dindar olduklarını söyleyenler 1999'dan 2006'ya kadar geçen sürede yüzde 31'den yüzde 61'e kadar yükseldi. Öte yandan laik devlete olan destek güçlendi. Şeriat isteyenlerin oranı 1999'da yüzde 21 idi, 2006'da ise yüzde 9'a gerilemişti. Günlük siyasi tartışmalar başörtüsü takmanın gitgide yaygınlaştığı izlenimini verse de aslında başı açık sokağa çıkan kadınlar 1999 ile 2006 arasında yüzde 27'den yüzde 37'ye çıktı.

Kısaca Türkiye'deki siyasi tartışmalar Türkiye'nin hakiki sosyal dinamiklerinden kopuk bir görüntü veriyor. 'Otoriter feminist'lerin de dahil olduğu sesi gür duyulan bir kesim Türkiye'nin laik geleneklerinin tehtid altında olduğuna inanıyor ve ordunun devreye girmesini istiyor. Bu kesimin siyasal Islam'ın yükselişinden duydukları endişe, Türk toplumunda devam eden diğer oluşumları ve son yıllarda yaşanan ilerlemeleri görmemelerine sebep oluyor. Türkiye, ekonomi, toplumsal ve siyasal alanda cinsiyet farklılıklarını aşmaya çalışırken son onyıllardan alınacak en önemli ders son derece basit: anlamlı ilerlemenin sağlanması, Türk demokrasisinin seviyesinin yüksek olmasına, katılımcı ve dahil edici olmasına bağlı.